Aysan Hududi’nin Kayıp Öyküleri 2

Deli Mercan Teyzenin Yüzükleri

-Gitmez arkadaşım gitmez sen istersen bin defa dene ama gitmezzz.

-Tamam, bağırma Abdullah Efendi, tamam gitmez ama ben seviyorum çare yok, ben bazen yoğurt yer sigara içerim. Var git dört yana bildir, afişlere yaz istersen gelen geçen de nasiplensin bu bilgiden.

Abdullah Efendi benim yakın arkadaşım. Soyadı Efendi ve ona seslenirken bir ayrım yapılmadan ikisi tek bir isimmiş gibi söylenmesini ister. Biri ona Abdullah dediğinde ters ters bakıp ‘’Efendi arkadaşımmm Efendiyi unutttma.’’der.

Aylardan Ekim. Abdullah Efendi okuldan sonra yanıma geldi. ‘’ Hüseyin, konuştuğum kızın bibisi ölmüş o yüzden buluşsam şimdi öpemem ben onu, ölüm öpücüğe bile engel’’. Bibi hala demekmiş sonradan söyledi. O gün birlikte sigara içtik ve atların neden bir tek mitolojide uçabildiğini konuştuk. 

Bilirim sen yoğurdu çok seversin, belki de benim bu sigara ile yoğurt sevdam bundan ileri geliyor. Zehirlenen kişilere yoğurt verilir diye duymuştum. Ben de sigara ile yoğurt yiyerek bunu mu gerçekleştiriyorum yoksa psikolojik başka bir altyapısı mı var bilmiyorum. Bunu psikoloğuma sormam lazım o bilir.

7. sınıfı annem ve babam yurtdışına gittiği için Kahramanmaraş’ın bir köyünde okumuştum. Köyün delisi kırklı yaşlarda ismi Mercan olan bir kadındı. Bütün parmaklarında yüzükler olan bu kadın yalnızca sevdiği kişilere yüzüklerinden verirdi. Mercan’ın bazı yüzükleri altın, bazıları ise tunçtandı. Artık kısmetine ne çıkarsa. Mercan’ı sevenler de ona yüzük verirlerdi. Tabi o köyün büyük çoğunluğu yurtdışında yaşadığı için pek çok altın yüzüğü de oluyordu. Mercan teyze okula giden çocukları görünce genelde şu cümleyi kullanırdı ‘’Çocuklar okulda dünyanın en güzel şeyinin portakal olduğunu öğretiyorlar mı ‘’ Mercan Teyze dört yıl sonra ortadan kayboldu. Hakkında çok rivayet çıktı. Bana da bir yüzüğünü vermişti altın mı yoksa başka bir şey mi hiç kontrol etmedim. Geçen uzun yıllarda bile sakladığım yerden çıkarmadım. Dönünce tekrar vermek istiyordum. Dönmedi Mercan teyze. Sonra bütün köy Mercan’a ait bir yüzüğün kendilerinde olduğunu söylediler. Bir kutsiyet verildi yüzüklere ve hatta parayla satanlar bile çıktı. Mercan teyzenin delilikten evliyalığa dönüşü o kadar kısa sürdü ki hiç kimse bunu anlamadı. Neden o kadar çok yüzük taktığı konusunda rivayetlere ne demeli peki? “O her bir yüzük birinin dileğidir, kimin dileğini kabul ederse o dileği hediye ederdi” inanışı galiba en masumuydu. Her bir yüzük cennetin anahtarı diyenler de az değildi. Dilek mi, anahtar mı tartışanlara bile şahit oldum. 

Abdullah Efendi beni okula giderken görür görmez sordu ‘’Aylardan Ekim değil mi?’’ başımı sallayarak onayladım. “Tamam, o zaman biliyor musun Hüseyin, şuan Van‘daki tek tangocu benim.” “Neden, Ekim ayı olunca diğer tangocular Van’ı terk etmek mi zorunda kalıyorlar” dedim. “Yok yok Eylül’de burada dans gösterisi oluyor, eylül sonunda da gidiyor tangocular. Kala kala Van’ın tek tangocusu ben kalıyorum” dedi. “Abdullah Efendi tamam da ben tangoyla ilgilenmiyorum ki neden anlatıyorsun.” Ne bilim lan paylaştım işte aklında olsun.” Okula gidip öğrencilere sordum. “Van’da tanıdığınız tangocu var mı” dedim. Çocuklar anlamadı. Ben de Sümerleri anlattım. Yazıyı buldular.

Dersim erken bitince eve gidip biraz uyudum gece uyuyamamıştım. Alkış sesleri ile uyanınca balkona çıkıp baktım. İngilizce Öğretmeni Hacer‘le bizim Abdullah Efendi tango yapıyorlardı. Lojmanın balkonuna çıkan hocalar da alkışlıyorlardı. Abdullah Efendi bana seslendi ‘’Hüseyin Hüseyin bak Van’ın tek tangocusu ben değilmişim’’ Meğer okulun gizli tangocuları varmış deyip güldüm. Sonra aklıma Mercan teyzenin yüzüğü geldi, gidip baktım. Ya yerinde yoksa? Abdullah Efendi’den şüphelendim. Yüzüğün hikâyesini ona da anlatmıştım. Yüzüğü ele geçirip gizli tangocuları ortaya çıkarmakta kullanmış olabileceği aklıma geldi. Yüzük yerindeydi. Sigara yakıp tangocuları izlemeye başladım. Dilek hakkımı düşünürken aklıma Rabia geldi. Yüzüğü tangoculara fırlatıp dileğimi dilemek istedim. Mercan Teyze dönebilir dedim, yüzüğü avcumun içinde sıkıca sıktım. Üzgünüm Hüseyin o bir evliya değildi dedim kendi kendime. Gerçeğin değişebileceği anlar var mıdır? Tangocuları eve davet ettim ve onlara portakal ikram ettim. Biliyor musun Hüseyin tangodan daha güzel ve hatta hayatta ki en güzel şey portakaldır demişti bir arkadaşım, dedi. Ben bu hikâyedeki portakal kısmını bir tek Rabia’ya anlatmıştım. “Hacer sen her şeyi saklar mısın, kimsin sen, portakal hikâyesini kimden duydun” dedim. Bilmem vapur da tanıştığım bir kızdan dedi. İçime bir sıkıntı bastı ve yüzüğü hayatımda ilk defa parmağıma taktım.

Aklıma bir anda Mercan Teyzenin bana yüzük verdiği o gün geldi. ‘’Mercan teyze bu yüzüklerin hangisi altın biliyor musun?’’ ‘’ Ben ne istersem odur bu yüzükler’’ dedi ve bana yüzüklerinden birini parmağından çıkarıp verdi. ‘’Bu altın mı peki’’. ‘’Sen ne istiyorsan o.’’

Sonra düşünmeye başladım dilek hakkım varsa kullansam iyi olacak dedim. Yüzüğü parmağımla ovarken dileğimin ne olması gerektiğini düşündüm. Dilek hakkı ile sevgi oluşturulamazdı. En basit tabirle bu alçaklık olurdu galiba. En iyisi bir şeyler öğrenmekti. Portakal gerçekten dünyanın en güzel şeyi mi? Gerçek ve sahte olan nedir? Yoğurtla sigara gider mi? Gizli tangocuları dâhil Van’da kaç tangocu var? 

Mercan Teyze’nin sözü neydi: Sen ne istiyorsan o.

Hasar Tespit Komisyonu

Ekim Sonu. 2022. Uyuyamıyorum. Rüyamda ise durmadan beni sorgulayan hasar tespit komisyonunu görüyorum. Sonra rüyamda kapım sertçe üç defa yumruklanıyor ve açtığımda içeriye apar topar beş kişi giriyor.

-Hüseyin Bey biliyorsunuz biz hasar tespit komisyonuyuz buyurun anlatın.

-Tamam ama ne anlatacağım ki?

-Efendim bizle dalga geçmeyin bugün aldığınız hasarları tatbikî.

-Tamam ama bunun ne faydası olacak?

-O konuyla biz ilgilenmiyoruz, lütfen sadece hasarları anlatın biz de tutanağımızı tutup gidelim lütfen. 

Dervişlere bazen ‘’ Ben bilmem’’ zikri verilirmiş. Derviş kim ne sorarsa sadece ‘’ben bilmem’’ der elinden geldiğince de konuşmazmış. 

Bu rüyaları kime anlatacağımı bilmiyorum. Bir derviş bulsam da anlatsam diyorum ama tabi ben bilmem zikri çekmeyen bir derviş bulmak lazım. Klasik bir giriş bile yapmaya razıyım. Bir derviş görsem sorardım ona.

-Ey Derviş bilirim yoldan gelir yola gidersin yol ayrılmaz yekparedir ona da eyvallah. Rüya mı soracak olursan rüyam ise böyleyken böyledir, manası nedir?

Yine rüyama giriyorlar, biliyorum rüyadayım ama yapacak bir şey bulamıyorum. Yine o soru:

-Evet Hüseyin Bey bugün aldığınız hasarları anlatın.

-Ben bilmem.

-Hüseyin Bey biz o oyuna gelmeyiz lütfen rica ediyoruz?

-Ben bilmem.

-Peki Hüseyin Bey onu çok sevdiniz mi?

-Bennn…

-Oyunununuz da çöktüğüne göre hasarları söyler misiniz?

 Toboso’lu Dulcinea 

En son Don Kişot kitabını bitirdim. Don Kişot kazara birilerini kurtardığında onlara şimdi gidin bu durumu Toboso’lu Dulcinea hanımefendiye anlatın ve deyin ki şövalye kulunuz yani Hazin Suratlı Şövalye’niz onu özlemekte ve ona layık olmaya çalışmaktadır. Kitapta diğer ilgimi çeken yer ise olaylar yaşandıktan sonra akla gelen atasözleriydi. Kitabın yazarı Cervantes ne demek istiyordu. Atasözleri sadece yaşanan olayların işe yaramaz pansumanlarıdır mı?

Bir yel değirmeni bulmak lazım delirmek için. Yerli Don Kişot’umuzu bulduk haberlerine kurban gitmekte var tabii. Don Kişot’u düşünürken aklıma Toboso’lu Dulcinea geldi. Hazin Suratlı Şövalyesi onun için akla hayale sığmayacak varlıklarla savaşırken o ne yapıyordu. Hiçbir şey bilmeden yaşaması Don Kişot’u yaşatan şey olsa gerek. 

Van’da bir kafede otururken bir kadın gelip benden izin aldıktan sonra masama oturdu. Bu kafe ne zaman doldu anlamak mümkün değil. Ben ise yazılara gömülmüş bir şeyler yazıyordum. O da bir kahve ve yanında kek söyledi. Benim de canım çekti ama söylemedim. Siparişleri gelince kekten ikram etti bana, birlikte yedik ama konuşmadık. Ben de yazılarıma döndüm. Kadının elini alnına götürüp ovduğunu gördüm bir an, derken yere doğru kendini bırakması bir oldu. Bir şekilde kadını tutup sandalyeye oturttum, kolonya getirdiler, aradan biraz zaman geçince kendine geldi. Teşekkür etti bana, hastaneye götürmeyi teklif ettim ama korkacak bir şey olmadığını bazen tansiyondan dolayı olabildiğini söyledi. Aslında tam da korkacak bir şey var dedim ama gülümsedi sadece. Daha sonra teşekkür edip gitti. 

Annemle babam kavga ettikten sonra annem bazen dayımların evine giderdi. Küsüp gitme değil de sanki orda bir işi varmış gibi giderdi. Bir kaç gün kalıp dönerdi. Bu bir kaç gün babam yemek yapardı. Bol ve iri kesilmiş soğanlar ve yumurta kırardı içine babam. Tuzu bile olmazdı çoğu zaman. Bu babamın yas yemeğiydi. Çoğunu yemez yarı aç yarı tok kalkardık sofradan. Abim ve kardeşim yoğurt yerlerdi bu yemekten sonra ben ve babam yemezdik. Yas yemeğine saygı gerek, belki o an da zaten olması gereken yarı aç bir şekilde sofradan kalkmamızdı. Belki de babam kendini ve dolaylı olarak bizi cezalandırıyordu.

Kafeden çıkıp çarşıda dolaşırken yine o kadınla denk geliyoruz. Bana yemek ısmarlamak istediğini söylüyor, tavrı çok net, borçlu kalmak istemiyor. Kabul ediyorum, bir lokantaya gidiyoruz. Garson gelince beni konuşturmadan “biz mantı alalım içecek olarak kola getirir misin” diyor. En son mantı yemiştik onla, içim kalkıyor biraz. İçimden dua ediyorum umarım dünyanın en kötü mantısıdır diye. Mantı gelince o bitiriyor ben ise bir kaç kaşık alıyorum sadece. Nedenini sorunca ‘’mantı benim yas yemeğim, bundan fazla yemem yasak diyorum’’ Daha sonra çay içtik adı Buket’miş. Benim adımı sorunca Hüseyin Farah dedim. Hangisini kullanıyorsun deyince ‘’Bilmem ayrılmasını sevmiyorum’’ diyorum. Neden yalan söylediğim konusunda hiçbir fikrim yok. Aklıma Abdullah Efendi geliyor. Repliğini çalmak hoşuma gidiyor. Telefon numaramı alıyor, “seninle yine yas yemeğinden yiyip bunun hikâyesini dinlemek istiyorum” diyor. Sonra ayrılıyoruz. Yarım saat sonra yine o restorana gelip bir paket mantı aldım, evde hepsini yedim. Yas yemeğine saygım var ama tadı çok güzeldi. Hem ben yas yemeğini yerken sofradan çok aç kalktım.

Aradan Bir hafta geçince Buket beni aradı ve yas yemeğinden yemeyi teklif etti. Bu kez tedbirli gidiyorum. Tokum. Yine ben bir kaç kaşık mantı yiyorum ama bu kez sorgulamıyor. “Sana bir hediye almak istiyorum ama seni tanımıyorum sonuçta belki beni ölümden kurtardın” deyip gülüyor. “O zaman Toboso’lu Rabia’ya söyle de ki Hazin surat” derken beni susturdu. “Tamam, ben biliyorum gerisini” dedi. Konuşmadım, çayımızdan içtik. Ayrılacağımız zaman “peki söyle bakalım mesajının sonunda Hazin Suratlı Hüseyin Farah hala yas yemeğine saygı duyuyor” diyeyim mi diyor. Elimde Deli Mercan teyzenin yüzüğünü ovarken başımla onu onaylıyorum ve onun bugün doğum günü olduğunu düşünüyorum. Hayalimde onu şimdi güzel bir mantı yemeye gönderiyorum. 

Mantı neden benim yas yemeğim en son onunla mantı yedik diye mi; yoksa mantı yerken her yerime bulaşıyor senin yanında utanıyorum dediği için mi bilmiyorum. Buna yas yemeği belirsizliği denir.

Bir Cevap Yazın

Diğer 1.068 aboneye katılın
%d blogcu bunu beğendi: