İnarritu’nun Bardo filmi harika bir açılışla başlıyor. İyi filmler daha açılışından belli olur inanışının hakkını veriyor. Daha ilk sahnede gölgesinden uçtuğunu sandığımız birini görüyoruz. Uçmak, özellikle böyle ilk sahnede uçmak büyük bir vaaddir. Uçmak bir meydan okumadır ve maruz kalmamaktır. Film kendisine gelecek eleştirileri biliyor. Luis, Silverio’ya belgeselle ilgili eleştirilerini söylerken aynı eleştirinin film için de geçerli olduğunu anlıyoruz. Silverio eleştiri denen şeyin sadece belli desibelde çıkan bir gürültü olduğunu düşünüyor. “Hayatını anlatacaksan, doğru düzgün anlat.” Bu söz saçmadır çünkü hayatı bir belirsizlikler güncesidir. “Hayat kısacık bir anlamsız olaylar silsilesidir.”
Uçmak, geleneği, ortak kabulleri ve otoriteyi geride ya da aşağıda bırakmaktır. Mekandan mekan olmayana geçiştir. Mekandan ve zamandan kopukluk, mekanlar ve zamanlar arası sıçrayışlar filmin devamında sürekli kendini gösterecektir. Film boyunca hayal ve gerçek arası sahnelerde hep dışarıdaki asıl zaman ve mekanın baskısını görürüz. Gerçek zaman ve mekandan gelen sesler Silverio’nun zihnindeki dünyada başka bir anının malzemesine dönüşürler. Bu anılar zihnindeki en canlı anılardır. Yaşam eninde sonunda bir avuç anıdır.
Silverio komadayken televizyondan sesi gelen metroda yere düşüp bulunan adamla ilgili haber ve gerçek zaman ve mekandaki “Beni duyuyor musun?” sorusu başka anıların malzemesine dönüşürler. Bu gerçek zaman ve mekandaki “koma” halinden gelen sesler ve uyarıcılar Silverio’nun zihninden süzülüp başka anıya dönüşürken bu süzgecin biriktirdiği malzemeye maruz kalırlar elbette. Zihin onlarca ses ve görüntünün arasından kendince anlamlı olanı süzmüştür. Süzülen şey hayatın nasıl yaşandığının muhakemesi, derin bir nostalji duygusu, adiyet ve kimlik meseleleriyle ilgilidir.
Gerçeğin bekçi köpeğidir o. Film boyunca kendini sorgulama ve kendini tanıma arayışının sonu gelmez. Kendini ve elbette toplumu. İnsan zorunlu olarak kendini toplumdan ayrı düşünemez. Her tanım referanslar ve karşıtlar içermek zorundadır. Kendimize baktıktan sonra bir de ötekilere bakmamız gerekir ki kendimiz dediğimiz şeyin farkını anlayalım. Kendi yaptıklarına, kendi başardım dediklerine karşı şüphe duyar. Toplumla ilgili şüpheleri daha da güçlüdür. Yaptığı hiçbir şeyle toplumun aslında ilgilenmediğini düşünür. “Hayat bir dizi aptal görüntüden ibarettir. Hepsi birbirine girmiş görüntüler, anılar, kesintiler hengamesi.”
Silverio’nun zihnindeki önemli meselelerden biri, doğal olarak da filmin önemli temalarından biri Silverio’nun aidiyeti meselesidir. Meksikayı birçok açıdan olumlar, bu ülkede bir ruh olduğuna inanır ama bir yabancı eleştirdiğinde. Birisi övdüğünde ise yerden yere vurur. ABD’nin sadece paraya saygı duyulan köksüz bir devlet olduğunu söyler ama yaşantısına bakılınca böyle düşünmediğini anlarız. Böyle düşünmediğini kendini Meksikalı olduğu kadar ABD’li de hissettiğini hava alanı sahnesinde tamamen anlarız. “Beni” anlamak “bizi” anlamayı gerektirir. Bizi anlamak için de diğerlerine bakmak gerekir. Bizden biri kalarak diğerlerinden biri olmak mümkün müdür?
Bizden olmak ne demektir? Silverio akrabalarıyla ve eski arkadaşlarıyla karşılaştığında ne kadar mutlu görünmektedir. Vatanı Meksika’dadır ve muzaafferdir. Herkes İspanyolca konuşur, bu dil dostluğun dilidir. Sevdiklerinin içinde ve mutludur. Bunlar onun aklına ölen babasını da getirir. Babasıyla konuşurken tekrar çocuk haline döner ve çocukluk nostaljinin en güçlü kaynağıdır. Filmin başlarında taksiciden duyup güldüğü bir sözü hatırlamak gerekir. Meksika bir ülke değil bir ruh halidir. Bu söz çok önemlidir çünkü Meksika yaptığı çağrışımlardan dolayı artık bir olmayan yerdir daha doğrusu artık Silveo’nun zihninde orası bir ülkeden çok insanın kim olduğunun gerçek cevabını bulabileceği, tüm mutlu geçmiş zamanların bir hatırlatıcısıdır, bir toprak parçası değildir.
Meksika Bir Ruh Halidir
Bir mekan, zaman ve mekan konusunda kafa karışıklığı yaratıyorsa burada Foucault’cu anlamda bir heterotopyadan bahsedilebilir. Orada olmaması gereken ya da orada olması tuhaf olan. Foucault mekan ve zaman konusunda mekanda bir belirsizlik ve uyumsuzluk gördüğünde bu kavramı heterotopya olarak tanımlar. Bir müzede başka zamanlardan orada olmaması gereken uyumsuz şeyler vardır. Bir kütüphanede farklı zaman ve mekanlardan eserler vardır. Farklı yer ve zamanların uyumsuz şekilde bir arada bulunduğu yerler diyebiliriz. Müzeler, kütüphaneler, panayırlar, balayı, hapishane veya bir gemi zaman ve mekan konusunda karmaşa yarattığı için birer heterotopyadır. Zamanın kesintiye uğradığı, zaman ve mekanın belirsiz olduğu geçici yerlerdir bunlar. Bir karnaval mesela. O anda, o mekanda belli bir süreliğine vardır ve burada coşkunluk hali hakimdir. İnsanı belli bir ruh haline sokar.
Foucault sanırım heterotopya derken daha çok babanın adının olmadığı (iktidarın ve mevcut düzenin) ve bireyin kendini kültürün baskısı altında hissetmediği bir yarı ütopyadan bahsediyor. Bir çıplaklar kampıdır onun heterotopyası. Değilse, böyle bir kavramı tıptan sosyal bilimlere çekmenin esrarı nedir? Filmde bu anlamda bir heterotopyaya rastlamayız fakat heterotopyayı asıl var eden duyguyu belki de gerçek heterotopyayı görebiliriz. Bir yere ait hissetmek ve bu aidiyet hissinin zamanı ve mekanı aşarak tam olmam gereken yerde ve zamanda hissettirmesi.
Filmdeki ilk unsur olan aksolotllar bize orada olmayan ya da belirsiz olan üzerine düşündürür. Balık mı kertenkele mi, yeleleri mi var? Karada da yaşayabilirler mi ya da ne kadar yaşayabilirler? Genel kabullerimiz konusunda bizi şüpheye düşürür bu canlılar. Arada kalmışlığın vücut bulmuş halidirler. Belki bir tesadüf olarak anavatanları Meksika’dır. Zamanın ve mekanın belirsizleşmesi, öteki alanlardan farklı bir alanı hissettiğimiz zamanlar olmuştur fakat zannediyorum heterotopya sadece zaman ve mekanla ilişkili olmamalıdır. O tıpkı Meksika gibi bir ruh halidir. Müze, kütüphane, panayır, balayı vs zaman ve mekanla ilgili farklı bir şeyleri düşünmeye bizi iter fakat bu düşünce mekandan bağımsızdır. Koşulsuz kabul edilme ve aidiyetle ilgilidir. Otorite ve kültür müttefik olduğunda ondan kaçınmak anlamsızdır.
Heterotopya geçmişteki anılarla bağlantılıdır ve bir mekandan çok bir ruh halidir. Herşey gibi o da varsa zihindedir. Bazen bir şiirin dizelerini okuyunca, bazen arkadaşlarla içerken, bir dram filminde, bazen otobüs yolculuğu yaparken tuhaf ve o an orada olmasına şaşırdığımız bir ruh haline geçiş yapabiliriz. “Şimdi sadece geceleri yapayalnız ve yalınayak anlayabildiğim şeyler var.” (*Behzat Ç.). Silverio sorar. “Bu çirkin şehir ne kadar güzel öyle değil mi?” Güzellik de artık diğer şeyler gibi sadece kriter meselesidir. Heterotopyadayken nasıl hissettiğimiz aslında ne olduğundan daha önemlidir. Film biterken ne olup bittiğini anlarız. Son sahne ilk sahneye dönüştür. Silverio bitimsiz çölde uçmaya devam eder. Artık bundan sonrasında ne hissettiği dışarıda ne olduğundan daha önemlidir.
Bir Cevap Yazın