Blow-Up : Gerçek ve Simulakr Arasındaki Perde

Blow-up izleyende kafa karıştıran 1966 yapımı eski bir film. Filmin sade ve akıcı olduğu düşünülse de benim sıkıcı bulduğum bir film. Sıkıcı fakat güzel sahneleri olan, anlattığı ilginç bir şey olan filmlerden Blow-up. Filmde düşünmenin konusu olabilecek bir şeyler görmek isteyenler sevebilir.

Filmi izlerken daha ilk dakikalardan rahatsız oldum çünkü sahneler yapaydı. Bunlar gerçek değil kurmaca, gerçek hayat böyle değil düşüncesi geçiyordu aklımdan ama çoğu başarısız filmin aksine bu filmi yapanların istediği bir şey gibiydi. Arabada gezerken tuhaf tiplerle karşılaşan, gereksiz bir coşku içinde, tuhaf sahneler geçiyor gözümüzün önünden sürekli. Filmin tanıtımındaki cinayeti fark etme durumu o kadar gecikiyorki cinayeti fark edişin filmin tempo olarak kırılma noktası değil gerçek ile simulakr arasındaki perdenin çekilmesi olduğunu fark etmeye başlıyorsunuz.

Filmin adı bir fotoğrafçılık teriminden geliyormuş negatiflerin büyütülmesi, yakınlaştırılması. Filmin adı gerçeklikle simulakr arasındaki çok ince çizgiyi anlatır gibi. Tüm gerçek olaylar üzerinde derinlemesine düşündüğünüzde, bir nevi onlara “zoom” yaptığınızda anlamsızlaştıklarını hatta gülünçleştiklerini görürüz.

Cinayet var ya da yok ne önemi var?

Filmde aslında cinayeti gören ya da gördüğünü sanan baş karakter sizi de şüpheye düşürüyor. Cesedi ilk sefer gittiğinde görüyor fakat ikinci sefer gittiğinde göremiyor. Cesetten bahsettiği kişiler konuyu pek önemsemiyorlar. Karakterlerin cinayet öncesinde de tavırları o kadar tuhaf ki bir cinayet karşısında gösterdikleri tepkiler sizi şaşırtmıyor. Tuhaf insanlar bunlar.

İnsanların hepsi bir rüyada gibi davranıyor. Kendi fotoğraflarını çeksin diye baş karakter olan fotoğrafçıya tamamen teslim olmaya hazır iki kadın, yine çektiği pozları elinden alabilmek için onun her isteğine razı başka bir kadın…Üstelik aslında çekilen fotoğraflarla ilgilenip ilgilenmediği belli bile değil.

Baş karakterin fotoğrafını çektiği model ona acele etmesi gerektiğini ve Paris’e gideceğini söylüyor. Günler sonra modelle karşılaşan baş karakter, modele “Paris’e gideceğini sanıyordum.” deyince modelin cevabı “Ben zaten Paris’teyim.” oluyor. Filmin gerçeği ile filmin kurgusu aynı şey. Paris’te olduğuma inanmışsam Paris’te olmakla Paris’te olmayı düşünmek arasında fark kalır mı? Simulakr yani kurgu ya da kurmaca ona gerçek muamelesi yapıldığında gerçeğin yerini alır. Fakat bu sırada gerçek de simulakrın yerini almaktadır. Aradaki çizgi silinmeye yüz tutmuştur.

Konser sahnesi ve tenis sahnesi

Filmde simulakr ile gerçek arasındaki ince perdeyi, silinmeye yüz tutmuş sahneyi bence en iyi anlatan iki sahne konser sahnesi ve filmin sonundaki pandomimcilerin tenis oynadığı sahnedir. İki sahne de gerçek ile simulakr arasındaki kaybolmuş sınırı ortaya koyar.

Konser sahnesinde sahnedeki sanatçıya hayran insanlar çılgınca eğlenmektedir. Sanatçı gitarını parçalar ve izleyicilere atar. İzleyiciler parçalar için kapışırken gitarın sapı fotoğrafçı olan baş karakterin elinde kalır. Herkes ona hücum eder elindeki gitar sapını almak için. Mücadele eder, binbir zorlukla sıyrılır aralarından ve kaçar. Bir süre sonra peşini bırakırlar. Baş karakter kendini dışarıya attığında içerideki dünyadan çok farklı bir dünyaya geçiş yapmıştır. Dışardaki insanlar onu hiç umursamaz. Gitar sapını yere atıp gider. Arkasından biri gelip gitar sapını eline alır, şöyle bir inceler ve çöp diye atar.

Gitar sapına yüklenen anlam ve gitar sapına yönelik tavır içerde ve dışarda öyle bir değişmiştir ki gerçek ile simulakr arasında inançtan başka farkın olmadığı çok net görünür. Filmin sonunda ise bir grup insan pandomimcilerin tenis oynamalarını izler. Ne file, ne raket ne de top vardır ama seyirciler de oyuncular da izlerler yapılan maçı. Gerçek bir maç varmış gibi izlerler. Olmayan bu top sahanın dışına kaçar ve baş karaktere yakın bir yere düşer. Ondan topu atmalarını isterler. O da top varmış gibi alır ve onlara doğru fırlatır. Topun gidişini ve sekmesini izler. Belki sesini bile duymaktadır. Öyleyse gerçekten top yoktur denilebilir mi?

Gerçek ve simulakr arasındaki fark

Blow-up filmi bu sahneleriyle gerçek ve simulakr arasındaki perdenin hiç de güçlü olmadığını, bu perdenin betondan değil sanal bir perde olduğunu ortaya koyan bir film. Simulakrı gerçek yapan ona duyulan inançtır. İnanç gerçek ile simulakr arasındaki perdeyi indirerek onları birleştirir. Fakat film bize bundan fazlasını söyler. Gerçek dediğimiz sahneler bile öyle yapaydır ki gerçeğin kendisi de bir simulakr olma ihtimalini taşır.

Her (2013) filmini hatırlarsanız orada gerçek bir insanın bir yapay zeka ile ilişkisini görürüz. Adamın gerçek olan tüm ihtiyaçlarını karşılamaktadır yapay zeka. Yapay zeka bir kadındır, bir simulakrdır aslında. Gerçek kadının yerini alabilmiştir. Her’de belirgin ve belirgin olduğu için inandırıcılıktan yitiren bu düşünce Blow-up filminde sarih ve güçlüdür. Eğer simule edilebiliyorsa gerçeği gerçek yapan nedir?

Gerçek bile bir simulakr olabilir çünkü onu gerçek yapan da bizim ona inancımızdır. Aileye, topluma, devlete, sanata vs duyduğumuz inanç onları gerçek yapar. Gerçek ile simulakr arasındaki ayrım nedir öyleyse? Belki film bu soruyu sormamızı istiyordur. Belki balıklar da suya hasrettir.

Bir Cevap Yazın

Diğer 1.068 aboneye katılın
%d blogcu bunu beğendi: