Boş Zaman Pazarı ve Trençkot Çetesi

Uzun bir süredir gençlik boş zaman pazarının hedef kitlesi haline gel
miştir. Çoğunlukla boş zamanlarımızda para harcıyorsak bütün endüstrinin bu vakitlerin peşinde olması olağandır ve bunun olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Çocukların harcayacak parası yoktur ve belli bir yaştan sonra insanların harcama eğilimi azalırken tasarruf eğilimi artar. Boş zaman endüstrisinin güçlü bir parçası da müziktir. Müzik hoşlanılabilecek, peşinde çok vakit ve emek harcanabilecek hatta birleşilecek bir ortak zemin olma kapasitesine sahiptir. Toplumların meyilleri müzikte kendini gösterir. Müzik türlerinin ortaya çıkışı ile toplumsal ve küresel olaylar arasında ciddi ilişkiler vardır. Aynı ilişki elbette diğer sanat türleri için de geçerliliğini korumaktadır fakat müzik kitleyle daha çabuk bütünleşir.

Bugün Türkiye’de özellikle gençlerin yöneldiği Rap müziğin gidişatı da toplumsal kavrayış biçimlerini göstermesi bakımından önemlidir. 90’lar (sayılırsa) 2000’ler ve 2010 sonrası rap müzik bir dönüşümden geçmiştir. Müzik insanların öfke ve hayal kırıklıklarını “sonuçlarına katlanmadan” ifade edebildikleri bir alandır. Özellikle gençler sisteme yönelik öfke ve hayal kırıklıklarını müzik üzerinden ifade edebilir. Burada sorulabilecek bir soru olarak akla şu gelmektedir? Müzik sorunların çözümünün bir parçası olabilir mi yoksa sistemin “gaz alma” mekanizmalarından biri olarak bir sistem güvencesi olarak mı işlev görür? Birey, dinlediği müzik ve benimsediği alt kültür ile zaten üstüne düşeni yapmakta olduğunu düşünerek tatmin mi olur yoksa müzik ona en azından okun gitmesi gereken hedefi mi gösterir?

Sistem bize suni gündemler ve hedefler sunarak asıl mücadeleyi unutmamızı da sağlayabilir. Siyasetçiler kamyon benzetmesini sever. Freni patlak yokuş aşağı uçuruma doğru giden bir otobüste şoförün üslubunu tartışmamıza benzeyebilir. Herhangi bir kurbanı (canlıyı ya da cansızı) savunduğumuz bir dava bize kahraman gibi hissettirdiği için diğer meseleleri düşünmemizi engelleyebilir. Özellikle de mücadele çok zorlu görünüyorsa ve bir çözüm yolu görünmüyorsa.

Müzik söz konusu olunca durum bunun tam tersi de olabilir. Belki büyük değişimler için “uzak büyük hedeflere” odaklanmak yerine “yakındaki küçük hedeflere” yönelmek gerekiyordur. Yakındaki küçük hedefler halledildikçe uzak büyük hedefler kendiliğinden gerçekleşiyordur. Teorinin çetrefilli yollarında yürümeye çalışmak felsefecilerin beyhude çabalarından ibarettir. Bu yol insanı edilgenliğe iten ve sadece zamanına tanık olabileceğini ve kendisine düşenin anlamak olduğunu düşündüren bir yola iter. Marx’ın filozofların dünyayı anlamak yerine değiştirmesi gerektiğiyle ilgili düşüncesinin kökeni muhtemelen bununla ilgilidir. Belki de pragmatik insanların yakın mesafedeki sorunları çöze çöze vardıkları noktaya bakan düşünürler onların ne yaptıklarını büyük “aydınlanma” teorileri ile açıklamaya çalıştıkları için ortalık biraz karışmıştır 🙂

Yeşil Sarıklı Ulu Hocaların Söyleyemedikleri

Yazının başında açıklamak daha iyi olurdu gerçi ama sistem derken birileri tarafından itinayla “dizayn” edilen ve zamanı geldikçe harekete geçirilen domino taşlarını kastetmiyorum. Burası kaosun hakim olduğu ve birbirinden farklı güç ve çıkar gruplarının top koşturduğu bir saha. Olacaklar ya da olanlar çoğu zaman öngörülemez. Sistem makinesi artık kimsenin yönetmediği ve tuşlarına basarak bir şeyler olmasını beklediği bir kaos üreticidir. Bir birey sisteme yönelik öfke ve hayal kırıklığı duygularına sahipse ne yapmalıdır? Bütün toplumlar zaman zaman böyle süreçlerden geçebilir. Bu öfke ve hayal kırıklığı ne kadar haklıdır bu da ayrı bir soru.

İsmet Özel bir yazısında bugün yapılması gerekenin trençkot çetesine dahil olmak mı yoksa bir şeyhe intisap etmek mi diye soruyordu. Kurulu düzen sisteme karşı tepki hamlelerini bir bir boşa çıkarmıştı. Onlar önemli olanın görünüş olmadığını göstermek için kendilerine sahip çıkmayıp saçlarını uzattığında saç uzatmak popülerleşmişti. Tüketim toplumuna tepki olarak kotlarını parçalanana kadar giydiklerinde kurulu düzen yırtık ve eskimiş kotları moda haline getimişti.

Şeytan, İsa’ya dünya hükümranlığını teklif ettiğinde o reddetmişti. Katolik Kilisesi ise bir zamanlar onu ele geçirmişti. İnsanlığa yön vermenin rota çizmenin o kesin yolunu. Bugün bu güç somut ve açık bir dünya hükümranlığı değildir. Foucaultcu bir söylem olarak biyopolitika aracılığıyla damarlarımızda dolaşmaktadır. Geç kapitalizm ve postmodern paradigma söylemi ve eylemi belirlemektedir. Koşulları kontrol eden sonuçları kontrol eder. “Kardeşim İbrahim bana mermer putları kırmayı öğretti. Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz.” Soru ortada hala duruyor. Bu öfke ve hayal kırıklığı karşısında ne yapabilir insan?

Bir Cevap Yazın

Diğer 1.069 aboneye katılın