Fight Club’tan meşhur bir replik. Herşey birbirinin kopyasının kopyasının kopyası. Endüstriyel üretim biçimleri, moda makinesinin çalışması, altın kaplama süreci ve nihayetinde sanatın da bundan payını alması söz konusu. Sosyalist bir dille ifade etmek gerekirse kapitalizmin seçim yapma aldatmacası.
Zizek bir konuşmasında gülünç bir örnek veriyordu. Bir adam kahveciye gider ve kremasız süt istediğini söyler. Barista ona üzgün olduğunu, işletmede krema satılmadığını, kremasız kahve yerine sütsüz kahve isteyip istemediğini sorar. Adam da peki öyleyse kremasız kahve yerine sütsüz kahve alayım der. Artık seçimlerimiz değil seçmediklerimiz bile bir pazarlama sürecinin içindedir.
Markalar tamamen aynı ya da aralarında çok az fark olan ürünleri “altın kaplama” denilen süreçten geçirirler. Özellikle bu otomotiv endüstrisi için geçerlidir. Aynı platformları küçük değişikliklerle birden fazla marka kullanır. Son yıllarda otomotiv endüstrisinin hızlı birleşmesi bu süreci daha da hızlandırmıştır. Stellantis ve Volkswagen grubunun elindeki markaların ve en pahalı segmentteki araçlarda daha orta model araçlara ait motorların ve diğer teknolojilerin aynı olması endüstri için normaldir.
Şu sıralar gündemde olan TOGG meselesi de aynı sürece dahil olma yolunda olduğu için gereksiz eleştiriler almaktadır. Bir aracın yerlilik oranı ya da onu başka hiçbir şirketle işbirliğine gitmemesi başarı kıstası değildir. Üretim teknolojilerinin ve süreçlerinin bir kabuk altında sunularak insanların bir hikayeye inandırılabilmesi ve elbette ticari olarak pazarda yer edinmesi başarı kıstasıdır.
TOGG tartışmasının ideolojik bir tarafı var. Siyaset bir potansiyel görürse her şeyi kullanır. Yıllardır memleketin bilimde, teknolojide, sanatta ve sporda başarılı olması gerektiğini söyleyenler anlamsız bir korku içindeler. İşler ideolojik hale gelince kafalar karışabiliyor. Otomobil teknolojileri üreten elitleri yetiştirmeye başlayan bir ülkenin, kadınların araba kullanmaması gerektiği ile ilgili fetvalar yayınlayan bir ülke ile tamamen farklı yollarda ilerlediğini görmek gerekir. Bir mühendisin ya da tasarımcının inancı öyle rafine hale gelebilir ki samimiyetine herkes saygı duyabilir. Yobazlık ile bilim ve teknoloji uzun süre aynı yolda yürüyemezler.
Gandalf’ın Bilgeliği
Sinema repliği ile başlayan ve sinema üzerinden ele almak istediğim her şeyin birbirinin kopyasının kopyasının kopyası olması meselesi her nasılsa TOGG’a geldi. Laf lafı açıyor! Birbirinin kopyası ürünlerin sanata yansımasına örnek olarak 2018 yapımı Robin Hood filminin ilk on dakikası izlenebilir. Oklarla yaşanabilecek herhangi bir çatışmayı öyle gerçek üstü bir hale getirmiş ki film, sahne bir simulakr’a dönüşmüş. Gerçekten oklu çatışmaya giren insan o sahneleri izlese bizimki çatışma değilmiş der. Simulakr gerçekliği abartarak gerçekten daha gerçek hale gelir ve gerçeğin yerini alır.
Filmdeki sahne öyle abartılıdır ve öyle kopyadır ki bu sahneleri iyi kötü aksiyon filmlerinde en az beş on kere izlediğinizi hatırlarsınız. Tek fark orada seri ok atan alet yerine mitralyöz vardır. Mitralyöz içeren klasik bir savaş sahnesi olduğu gibi oklara ve okçulara! uyarlanmıştır. Sinemalar ve diziler birbirinin kopyası bu yapımlarla doludur ama bu film klasik bir savaş sahnesinin zamanda ve mekanda kaydırılarak kopyalanması açısından inceleme konusu olabilir.
Yakın zamanda Abbasilerin meşhur halifesi Harun Reşid hakkında bir hikaye dinledim. Bilmediğim bir hikayeydi. Aslında pek de etkileyici değildi ama yine de irdelenmesi gereken bir hikayeydi. Özetle hikaye şöyle bir şeydi; Harun Reşid gözde adamlarından birine artık yaşın 30’a geldi. Bir iş bul, insan arasına karış demiş. Ben ne iş yapabilirim ki demiş adam. Çalışmak istememiş. Harun Reşid üsteleyince, “Tamam sen padişahsın, ben ne olacağım bana söyle işimi demiş.” Halife ona zabıta olmasını çarşıdaki sokağı denetlemesini söylemiş.
Adam o gün 8’de işe başlamış ve bir fırıncıya girmiş. Fırıncıya ekmeklerin kaç gram olduğunu sormuş. Fırıncı 100 gram olduğunu söyleyince merak ettiğini söyleyip hamurlardan alıp tartar ve 93,97,95 gram gelir ağırlıklar. Adam fırıncıya işlerin nasıl olduğunu sorunca, fırıncı, dükkanı zor dönderdiğini, eşinin hasta olduğunu vs anlatıp yakınır. Adam oradan çıkar ve başka bir fırına girer. Yine ekmekleri sorar ve tartınca 103,105,107 gram çıktığını görür. İkinci fırıncıya işlerin nasıl olduğunu sorunca ikinci fırıncı ona, işlerin çok iyi olduğunu, buradan gelen paranın fazlasıyla yettiğini her şeyin yolunda olduğunu söyler. Adam sokaktan ayrılır ve Halife Harun Reşide gidip istifa ettiğini söyler. Halife köpürür. 8 de başladın 10 da işi bıraktın. İki saatte iş mi bırakılır der. Adam Halifeye, sen beni zabıta yaptın ama oranın öyle bir zabıtası var ki her şeyi ayarlamakta. Bana hiç gerek yok der.
Hikaye bu kadar. Dinleyince hoş gelen bir hikaye fakat burada bir sorun var gibidir. İşleri Tanrıya devretmek hem insandan sorumluluğu alır hem de sorunlar karşısında pasif olmaya neden olabilir. Halk 100 gram ekmek parasına 90 gram ekmek yediğiyle kalır. İlahi adaletin er geç tecelli edeceğine yönelik inanç insanı miskinleştirebilir. Dahası 90 gram ekmek satan fırıncı diğer fırıncıyı satın alabilir ya da ekmeğin gramajının 90 grama düşmesini sağlayacak lobi gücüne ulaşabilir.
Peki ne yapmalıdır? Bu soruya cevap vermek zordur fakat bu hikaye benim aklıma ilginç bir şekilde Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gandalf’ı getirdi. Gandalf bir bilgeydi ama büyü yapabildiği için değil. Gandalf pek de büyü yapmamıştır zaten. Gandalf neyi bilmekteydi? Fantastik öğelerin bizde karşılığı olması kolektif bilinçdışı ile ilgili bir durumsa bir sahnedeki fantastik öğeleri ayıklayıp izlemek alttaki asıl mesajı bize verebilir. Gandalf neredeyse tamamen mistisizmi temsil eden bir karakter olmasına rağmen büyüye başvurmuyor elindeki değnekle orklara girişiyordu. Bu işler mistisizimle çözülmez bak ben ki mistiğin babasıyım ama olmaz o iş. Değneğe davran! mı demektedir bize Gandalf? Bence öyle. Gandalf’ın bilgeliği buradadır.
Bir Cevap Yazın