Bilmenin ve eğitimin nihai hedefi üzerine Kant güzel şeyler söylemiştir ama artık bunları kabul etmek mümkün değildir. Kant kaynaklı değil zamanın ruhu bunu gerektirdiği için. Herhangi bir mutlak söylem ya da metaöykü sorunlarımıza ya da daha kuvvetli bir soru olan anlam arayışına çare olamaz. Herhangi bir mutlak söylem tuzla buz olmaya mahkumdur. Hoşumuza gitse de gitmese de. Görmezden gelmek ise elbette mümkündür.
Postmodernizmin zorunlu bir sonucu olarak daha doğrusu anlamın inşasının imkansızlığı postmodernizmi zorunlu kıldığından özne tarafından anlam verilen her şeyin geçerliliği olmak zorundadır. Herhangi bir değere tutunup uçmayı bekleyebiliriz. Hayatımızı bunun üzerine kurabiliriz. İnsan hakları, hayvan hakları, doğa… Bu söylemlerden birine tutunarak gözlerimizi kapatmamız yeterlidir.
Anlam arayışı gibi büyük kasvetli soruların hiçbir gereği de yoktur üstelik. Günlük hayat rutininde bu sorulara yer yoktur ama varmış gibi düşünmeyi severiz. Zamanın biraz başına dönersek dinozorlar beslenme, barınma, eş bulma ve diğer türlerin saldırılarından kaçınmak zorundaydılar. Dünya çok zor zavallı bir dinozorun elinden ne gelir? Bu kodlar çok değişmemiştir, günlük hayat yeterince zordur. Günlük hayat o kadar sıkı örülmüştür ki büyük sorulara yer yoktur. Dünya sert bir yerdir. Öyle olmadığı düşüncesine de tutunabiliriz, bu konuda çok müttefiğimiz var. Gözlerimizi kapatmamız yeterli.
Filozof, insanlara felsefe ile uğraşmak için önce kendinizi var edin deyince ona parası olmayan felsefe yapmasın dedi diye kızdılar. Belki o, felsefenin hayat oyununda sizi öne geçirecek bir silah olduğunu düşündüğünüz için felsefeye yönelmeyin demek istemişti. Oyunun ne olduğunu anlayın belki de biraz kazandıktan sonra oyunun ne olduğunu anlamak için felseye ihtiyaç duyacaksınız zaten demek istemişti.
Alem kendisini bilsin istedi
Tasavvufçuların sık kullandığı bir tabir vardır. Alemlerin yaratılmasının gerekçesi Tanrı’nın bilinmek istemesidir. “Ben bilinmez bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim, mahlukatı yarattım.” Elbette bu hadisi şerh etmeyeceğim, şerhini merak edenler ilgili kaynaklardan okusunlar. Ben bu sözü bir anlığına yanlış anlamış gibi yaparak aşırı yoruma tabii tutarak kendini bilmek meselesini düşünmeye çalışacağım.
Bu hadisi yanlış anlayıp “Alem kendisini bilsin istedi.” cümlesini alem kendi kendisini yani alem alemin ne olduğunu bilsin istedi, olarak anlayacağım. Bu ilginç olurdu çünkü Big Bang’den beri devam eden süreçte gazlar, cansızlıktan canlılığa geçiş, bilincin oraya çıkışı gibi aşamaları düşünürsek varlığın bilinçsizlikten bilence doğru akan bir süreç olduğu kabul edilmelidir.
Klorofilin ortaya çıkışı, mitokondri, homo habilis, dil ve zekanın gelişmesi derken sonunda etrafında ne olup bittiğini anlayabilen yaşam formları ortaya çıktı. Yaşama ve bilmeye hoşgörülü olan mekan farklı bilinç katmanlarında yaşam formlarının ortaya çıkmasına imkan sağladı. Kimileri bir robot gibi varlığından habersiz hormonlarının gerektirdiklerini yapıyor, kimileri kendi varlığının bilincinde ve insan ise kendisinin ve çevresinin bilincinde. Kendisini bilme iddiasında bir canlı olarak burada. Alem kendisinin ne olduğunu bilmese de alemin (varlığın) bir kısmı kalanların ne olduğunu biliyor.
İlim neyi bilmektir?
Bilmek aslında neyi bilmektir ve kendini bilen insan neyi bilmiş olur? Bilmek bilen ile bilinen arasındaki ilişkidir, bilenin bilineni kuşatma düzeyi onun bilme düzeyi olacaktır fakat bilen bilinen ilişkisinde büyük bir problem vardır ki o da bilen öznenin başta kendisinin ne olduğunu bilmek zorunda olmasıdır. Yani bu bilen (özne) nedir ki diğerlerini de biliyor, ve nasıl biliyor? Şimdi çıkmaz sokağa geldik. Bilen özne belli bir amaç ve araçlarla bilinene bakıyor ama bilinmesi gerekeni aslında bu amaç ve araçların süzgecinden geçiriyor ve buna “bilme” diyor.
Aslında bir şeyi bilmiyorsun onu belli amaçlar için kullanma becerisine sahipsin. Çünkü “Bu bir pipo değildir.” Senin bilme dediğin şey bilineni bir kategoriye yerleştirmekten ibaret. Bir hayvan, bir maden ya da bir bitki gördüğünde onu önceki kategorilere bağlayarak bir tanıma ulaşıyoruz. Bu bir çeşit fasulyedir, bu bir kuştur vs. Varlığı (alemi) bilemiyoruz çünkü onu koyacağımız bir kategori yok. Varlık için sadece vardır diyebiliyoruz.
Bu soyut alandan daha somut bir alana gelmek istiyorum. Bir insanın kendisini bilmesi ne demektir? Dedik ki bilen yani özne bilinene belli bir amaç ve araçlarla bakar ve o süzgeçten geçenleri bilmek sanır. Biz günlük hayatta kendimize hangi süzgeçlerden bakıyoruz, bunu anlamak gerekiyor sanırım. Başka amaçlarla ve başka araçlarla bize bakan diğer öznelerin neyi bildiğini bilmek gerek. Bu bilgi elbette doğru olmak zorunda değildir fakat kendimizi bilmek biraz da diğerlerinin bizi nasıl bildiğini bilmek demektir.
Şahsımıza ve toplumumuza başkalarının gözünden de bakabildiğimizde neyin ne olduğunu görmek daha kolay olur. Yaptığı bina beğenilmeyince, ben bu binanın modelini beş kez gözden geçirip revize ettim diyen mimarın hatasına düşeriz. İyi ama her seferinde gözden geçiren sendin. Kendini tanımak yıpratıcı olabilir. Bunun yerine şahsımızın ve toplumumuzun mükemmelliğine inanıp kahramanlık masallarına tutunabiliriz. Gözlerimizi kapatmamız yeterli.
İnsanın en kıymetli özlemi belki de özgürlük olmalıdır. Öyleyse en yüksek ilim insanı köleleştirmek isteyenlerin amaçlarını ne kılığa bürünmüş olursa olsun tanıyabilmek olmalıdır. Eğitimin en büyük amacı onun kölelik yolunu, ne renge boyanmış olursa olsun tanımasını sağlamaktır. Hangi kılıkta gelirse gelsin, hangi söylemle gelirse gelsin. Bunun için ise insanın kendisini (şahsiyetini) var etmesi gerekir. Sanıyorum bunun ilk adımı da kendini bilmek olmalıdır. Kendini bilmeyen diğerlerini bilemeyecektir. Bu zorlu belki acı dolu bir süreçtir. Kalabalıkların içinde verdiği huzur ve güvene sarılıp erimek de mümkündür. Gözlerimizi kapatmamız yeterli.
Bir Cevap Yazın