İslam Medeniyeti Neden Geri Kaldı?

İslam medeniyetinin gerileme sürecine bakmadan önce İslam medeniyeti altın çağı olarak bilinen 8. ve 12. yüzyıllar arasında yaşanan gelişmelere ve bu gelişmelerden sonra ‘donuklaşma’ serüveninin nasıl ve hangi şartlada başladığına bakmak daha faydalı olacaktır.

İslam medeniyetinin altın çağı

8. ve 12. yüzyıllarda, Müslüman düşünürlerin Yunan bilim ve felsefe anlayışlarının etkisinde olduğu görülmektedir. İslam bilimi, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarından kalan zengin miras ile Yunan, Hint ve Bizans’tan gelen eğitim anlayışlarını iyi bir şekilde harmanlamıştır. Özellikle Abbasiler Döneminde (750-1258) bilginlerin önü açılmıştır. Bağdat, dünyanın bilim merkezine haline gelmiş, bilim insanlarının bir araya geldiği bir şehir halini almıştır.

Beytü’l Hikme (Abbasi halifesi Memun zamanında Bağdat’ta kurulan kütüphane) Yunan, Latin ve İran gibi büyük kültürlerin eserlerinin Arapça çevirilerini içeren büyük bir kütüphane ve aynı zamanda bilim merkezi konumundadır. Beytü’l Hikme, MÖ 300’lü yıllarda var olan İskenderiye Kütüphanesi’nin yetkinliğine sahip bir kütüphane olmuştur. (Ayrıntılı bilgi için Prof. Dr. Timur Karaçay, İslam Ülkelerinde Bilimin Gerileyişi)

İslam medeniyetinin felaketi: Hülagü Han

Beytü’l Hikme, Moğol istilası sırasında Hülagü Han tarafından 1258 yılında yakılmış, Bağdat sokaklarında binlerce kişi katledilmiş, bilim adamları şehri terk etmiştir. O dönemde Beytü’l Hikme dışında başka bir bilim merkezi bulunmadığı için İslam medeniyeti o tarihten sonra bilgin ve filozof yetiştiren ortamdan yoksun kalmıştır. Bunun sonucunda da İslam’ın Altın Çağı (İslam Rönesans’ı) olarak adlandırılan bu parlak dönem, meyvelerini veremeden bitmiştir.

  • Beytü’l Hikme yıkıldıktan sonra, İslam medeniyeti onun yerini alabilecek bir bilim merkezi kuramamıştır. Merkezi yönetimden uzak coğrafyalarda önemli sayılabilecek çeşitli hareketlenmeler başlamış; ancak bunlar da filizlenemeden kurumuşlardır. Bu kurumanın en önemli nedenlerinden bir tanesi “aşamama ve kurumlaşma sorunu” diyebileceğimiz olgudur. Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşt gibi filozoflar, İslami öğretiyi bilim ve felsefenin akılcı öğretisiyle birleştirmeyi amaçlamışlar, bunun için uğraşmışlardır. “bilimin tevhidi” olarak adlandırılan bu akımın düşünürleri, kendi önlerine ördükleri bu duvarı aşamadıkları için ilham aldıkları Yunan düşünürlerini geçememişlerdir.
  • Rasathanelerde iyi almanaklar (zic) düzenlemişlerdir. Bu almanaklarla yıldızların gök haritasındaki yerlerini, kıble ve namaz vakitlerini belirlemek gibi önemli sayılabilecek bilimsel bilgiler üretmişler; ancak daha öteye gidip İskenderiyeli Batlamyus’u aşamamışlardır.
  • Kimya ve simya konusunda Cabir ibn Hayyan ve İbnü’l Heysem gibi bilginler, doğa bilimlerinde deneye başvurdular. Bu konulardaki ilk adım sayılsa da süreklilik için gerekli olan devlet desteği alamadıkları için kurumlaşamamışlardır. Bilgi üretimi kuşaktan kuşağa geçmek yerine, hevesli kişilerin çabaları ve yaşamlarıyla sonlanmıştır. Dolayısıyla ortaya çıkan pratik bilgiler teorilere dönüşememiştir.
  • Don Kişot hakkındaki fikir aslında Arap kaynaklıdır. (Cervantes uzun zaman boyunca Cezayir’de esir olarak yaşamış kendisi de bu eserini ilk olarak Arapça yazdığını söylemiştir.) Tıpkı Daniel Defoe’nin Robinson Crouse adlı eserinin Arap felsefe yazarı olan İbn Tufeyl’in Hayy Bin Yakzan eserinden ilham aldığı gibi. (Aliya İzzetbegoviç’in “Müslümanlar Neden Geri Kaldı?” adlı makalesinden)
  • Bu gibi örneklendirmeleri çeşitlendirmek mümkündür. Optik ilminde veya takvimdeki gelişmeleri Batı alıp geliştirmiş hatta daha da ileriye götürmüştür.

Bu konuda önemli bir saptamayı da Prof. Dr. Fuad Sezgin “İslam Medeniyetinin Donuklaşmasının Sebepleri” adlı makalesinde, Helmut Ritter’in İslam medeniyetinin gerilemesi konusundaki görüşlerini şu şekilde aktarmaktadır: Batı dünyasında sürekli zihni dalgalanma vardır, Doğuda ise Gothe’nin bazen arzu ettiğini söylediği, Doğuya has, alışılagelen sükûnet hüküm sürmektedir. Ancak İslami Ortodoksluk (sünni yönelim kastedilmekte) yeni çıkan şeyleri içinde şüphe, korkuya mucip bir bid’at görmektedir.

Fuad Sezgin’in ise bu “aşamama” sorununa bir başka boyuttan bakmış ve hocasını tekdüzelikle eleştirmiştir.

… İslam âleminde önemli keşiflerin bir yönden bir yöne taşınamaması gibi sebepler de vardır.

Burada örnek olarak astronomi ilmi açısından önemli bir olayı hatırlatmak gerekir. 7. ve 8. asırlarda doğuda Müslüman astrologlar, Batlamyus sistemini çökerten yeni teorilerine hazırlanırken; batıdaki İslam âlemi aynı sisteme karşı yeni teorilerini 6. asırda ortaya koymuşlar fakat bu teorileri karşı tarafa ulaşamamıştır. Bunun yanında yeni teorilerin hepsi birkaç yıl içinde batı dünyasına ulaşmış, onları sadece astronomi düşüncesinde değil felsefe ve fizik alanında da geliştirmiştir.

(Önceki paragraflarda Timur Karaçay’ın makalesinde, İslam medeniyetinin Batlamyus’u geçemediği ifade edilmişti. Aslında her iki makalede de “aşamama” sorunu benzer yaklaşımlarla ele alınmıştır. Bu yönüyle büyük bir çelişki görülmemektedir.)

İslami ilimler tarihi, donuklaşma aşaması öncesinde, hem deneye dayalı ilimlerde hem de felsefi ilimlerin tümünde, insanlık düşüncesinden yeni bir devrin gelişini müjdeleyen birçok büyük buluşlara şahitlik etmiştir. Ancak tarihi şartlar, bu buluşların İslami âlemde mahalli kalmasını zorunlu kılmıştır. Diğer yandan bu buluşlar süratle yabancı çevreye taşınmakta, ilk aşamada taklit ve intihal şeklinde alınsa da meyvelerini vermiş, gittiği yerde alıcılarını ve uygulayıcılarını bulmuştur.

Fuad Sezgin, makalesinin devamında bu sorunun Osmanlı Devleti’ndeki yansımalarına da değinmiştir.

Osmanlı Devleti’nin korkutucu azameti, İslam âleminin gücünün son konsantresinden ibarettir. Bu şanlı maziden aktarılan gücün konsantresi 9. ve 10. yüzyıllarda dünyadaki en büyük gücü ortaya koymalarını sağlamıştır. Ancak, iki asır boyunca süren şanın, kendilerini geçen, ilim ve siyasette geri bırakan bir aşamaya gelmeleri, düşmanların durumu lehlerine çevirecek bir başlangıç olacağını bilmiyorlardı, hatta bunu öngörmeleri bile imkânsızdı.

Osmanlı Devleti İslami Arap ilimlerini, üniversite kurumlarını, seleflerinden miras olarak aldıkları ve onları geliştirecek özeni göstermedikleri, bu konuda ihmalkâr davrandıkları doğrudur. Tarihi gerçek şudur ki; kendilerine ulaşan ilimler –yaklaşık bir asırdan beri- donma ve yok olma aşamasına gelmiştir. Osmanlılar bu durumun farkında değillerdi, o dönemde o zihniyetle bu süreci anlamaları zordur. Durum böyleyken, ilim sahasında öncelik şuuru ve yanıp tutuşma algısı Hıristiyan âleminde gelişmişti. Bu durum 13. yüzyıldan itibaren netleşerek, insanları Araplara karşı direnmeye de teşvik eder olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin geri kalışını Fuad Sezgin şu şekilde özetlemiştir:

Osmanlılar görevi teslim aldıktan sonra, askeri olarak dünyanın büyük bir kısmına hükmederek iki asır geçmiştir. Osmanlılarda askeri, siyasi ve iktisadi alanlarda zayıflık, eksiklik belirtileri ortaya çıkmıştır. Kendilerine has metotlarla bu eksikliği gidermeye, bazı kurumları yenilemeye çabalamışlar; ancak bu gerilemenin kaynağının aslında ilmin geri kalması, ilim adamlarının çağa ayak uyduramaması olduğunu açık bir şekilde görememişlerdir. Asıl sebepleri değil, arızi sebepleri görmeye başlamışlardır.

Biz gerçeği görmek zorundayız ve kendimizi tenkit etmekten korkmamalıyız. Doğru sebeplerin peşinden gitmeliyiz. Avrupa sistemlerini ve kurumlarını mutlak anlamda taklit istenen sonuca götürmez, götürmeyecektir; aksine ümitsizliğe ve anarşiye sürükleyecektir. Maziye yapışmayı ilke edinenlerin de, İslami kurumların çoğunu eski kaldığı mescitlerdeki hutbe ve vaazların içerikleri gibi kaldığını, dinleyenlere etki etmediğini, çünkü hatip ve vaizlerin olumlu değişikliği meydana getirecek ilmi seviyeye sahip olmadıklarını, mazide olduğu gibi toplumun ilmi seviyesini yükseltmediklerini unutmamaları gerekir.

İslam medeniyetinin gerileyişinin nedenleri konusunda Prof. Dr. Abdurrahman Kurt’un İslam ve Geri Kalmışlık Sorunu adlı makalesi okumaya değer bir başka makaledir.

Abdurrahman Kurt, Max Weber’in İslam medeniyetinin geri kalmışlığı ile ilgili görüşlerini sıraladıktan sonra bu görüşleri eleştirmiş ve bir zemine oturtmuştur. Bu konuyu özetlemek gerekirse; Weber, İslam’da “kapitalizm ruhu”nun gelişimini engelleyen üç faktörün olduğunu ileri sürer. Bunlar; sufilik, savaşçı ahlakı ve doğu despotizmidir.

  • Sufilik, öteki dünya karakterli olduğu için kapitalist bir ruhun gelişimine engeldir. Weber, sufiliğin kaderci bir hayat tarzını cesaretlendirdiğini düşünür.
  • Savaşçı ahlakı ya da “fetih ruhu” üretken kapitalist ruhun antitezi olarak görülür.
  • Weber, İslam imparatorluğunun despotik karakteri, mülkiyet haklarını ve dolayısıyla kapital birikimi sınırlandırdığını ileri sürer.

Abdurrahman Kurt’un eleştirileri şu şekildedir:

Görüldüğü üzere İslam’ın konumu hakkındaki Weber yorumları, birçok açıdan eleştiriye açıktır. Bu noktaların ilki Weber’in özellikle Medine dönemindeki İslam’ı “bedevi savaşçılarının” dini olarak görmesidir. Hâlbuki İslam’ın önde gelen özelliği savaşçı bir din olmamasıdır. İslam’ın liderliği bedevilerden değil, Mekke’nin orta ölçekli ticaret elitinden gelmektedir.

Weber, Turner’ın ifadesiyle, Müslüman savaşçının rolünü bütünüyle abartmış ve muhtemelen orta sınıf tüccarların ilk dönem İslam değerlerini şekillendirmedeki önlemlerinden habersiz kalmıştır. Gerçekte, ilk sırada orta sınıf tüccarları olmak üzere daha zayıf topluluklar, köleler ve bedeviler hep birlikte İslam’ın taşıyıcısı olmuşlardır. Bu sıralamada tüccarların her zaman başta olmuş; göçebe bedeviler ise sonlarda olmuştur. Bu durum dinin ortaya çıktığı sınıflar için Weber’in ileri sürdüğü genel tez ile de uyuşmaktadır.

İslam toplumlarının gelişim ve büyümesini sadece askeri güce dayanan “fetih ruhu”yla ilişkilendirmek, oryantalistlerin bir geleneği haline gelmiştir. Jennings 1986’da yayımladığı makalesinde; Osmanlıdaki ilk gelişimlerin fetihlerden ziyade sosyal ilişkiler aracılığıyla sağlandığını örnekleriyle açıklayarak bu tezin yanlış olduğunu ortaya çıkarmıştır. Jennings’e göre cihat, Müslümanlara farz olduğu için ordunun sadece Müslüman askerlerden oluşması beklentisine rağmen Osmanlıdaki ilk ordular sadece Müslüman Türk mücahitlerden değil, onlarla birlikte Bizans’a bağlı bazı Yunan Ortodokslarından da oluşmuştur.

İslam Medeniyetinin Gerilemesinde İç ve Dış Nedenler

Eleştirilecek ikinci nokta ise İslam öncesi Arabistan’ında soya bağlı kabileler arası ittifak sistemine sahip olduğu halde İslam toplumunun etnik kökenleri aşan ve iman birliği etrafında şekillenen yeni bir oluşum olmasıdır. İslam’ın benimsenmesi, eski gelenekleri terk etmek, ataların inançlarına ve adaletlerine sadakatliksiz anlamına gelmekteydi. İşte bu noktada Abdurrahman Kurt, bedevilerin askeri seferlere katılmak istememesini ganimet beklentisinin bu ruhu oluşturmadığının göstergesi olarak belirtmiştir.

Abdurrahman Kurt, makalenin devamında İslam medeniyetindeki bu gerilemenin nedenlerini iç ve dış nedenler olarak ikiye ayırır ve bunları açıklar. Burada, bu gerilemenin belirgin nedenlerinden (sömürgecilik, tüccar sınıfının etkileri gibi) ziyade göz ardı edilen nedenler üzerinde durulmasında fayda vardır.

  1. asrın sonlarına doğru bütün İslam toplulukları, ister kişi başına düşen gelirle; ister ticaret, okuryazarlık, bilim, araştırma, teknoloji gibi değişkenlerle ölçülsün bir gerileme, özellikle de ekonomik kalkınma düzeyi açısından gerileme başlamıştır. 19. yüzyılın ortalarında bu durumu Ziya Paşa şöyle dile getirmiştir;

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm

Abdurrahman Kurt’un belirlediği dış nedenler arasında sömürgecilik, İslam medeniyetinin gerileme sebeplerinin başında gösterilmiştir. Bir başka neden ise “Batı’da manevi temellerden yoksun bir tüccar sınıfının ortaya çıkışı” başlığı altında tespit edilmiştir. (Ek okuma önerisi: Endüstri Devrimi Neden Osmanlı’da ortaya çıkmadı?)

Batı’daki tüccar sınıfı, üretim süreci içindeki insanların birden olmasa da yavaş yavaş dini ve manevi hayattan koparan bir materyalizm doğmasına zemin hazırlamıştır. (Kalın, age, s. 487.)

Makalenin devamında dış nedenler arasında Haçlı Seferleri’nin, Moğol istilalarından dolayı yaşanan travmaların (Özellikle Moğolların şehirleri ve kütüphaneleri yakması) etkisinden de bahsedilmektedir; ancak bu konular makalede çok fazla önemsenmemiştir.

İç nedenler ise “içtihat kapısının kapanması, taklitçi dönem, medreselerin bozulması, dini zihniyet problemi, burjuvazinin yokluğu, siyasal iktidarsızlık” olarak belirtilmiştir.

Abdurrahman Kurt’ un makalesinde, bu nedenlerden özellikle taklit dönemi ile içtihat kapısının kapanması konuları oldukça önemlidir. İncelediğim diğer makalelerde bu konulara değinilmemiştir. Şimdi biraz bu konularak üzerin de ilerleyelim.

Kısaca anlatmak gerekirse içtihat, Kuran ve sünnette çözümü olmayan konuların İslam bilginlerince akli muhakeme yoluyla bir çözüm bulunmasıdır. 13. yüzyılla birlikte “Bir mesele hakkında fetva vermek ancak önceki imamların yetkisindedir.” görüşü toplumda yerleşmeye başlamıştır. Bu durum toplumun belli kesimleri tarafından “içtihat kapısının kapandığı” şeklinde yorumlanmıştır. İçtihat kapısının kapanması, bütün cevapların önceden verildiği, bu yüzden yapılması gerekenin önceden belirlenen hüküm ve kurallara harfiyen uymak olduğu anlamına gelmektedir.

İçtihat kapısının kapandığına inanılması bir taklit döneminin başlamasına zemin hazırlamıştır. Bu konu şu şekilde özetlenebilir;

Mezhep mensubu olmanın sorgulanamaz bir fanatizme dönüştüğü ve bu kişilerin kendi mezhep ilkelerini yegâne hakikat kabul ederek, başka mezhepleri kötülemek, din dışı kabul etmeye kadar gitmiştir. Kişisel çıkarlar, mezhepler arası farklılaşmayı da iyice körüklemiş, birbirinden kız istememeye, ayrı camilerde namaz kılmaya kadar gitmiştir. Verilen bilginin aynen kabulü de donuklaşmayı ve üretimi engellediği ortadadır. Bu konuda günümüzle bağlantılar mezhepleri bırakın cemaatlere bile koşulsuz bağlanmanın ülkemizdeki etkileri üzerinden çok rahat kurulabilir.

Sonuç:

İslam medeniyetinin neden gerilediği üzerinde pek çok araştırma yapılmış ve bunların etkileri yorumlanmıştır. Fakat araştırılması gereken diğer mühim konu ise bu geri kalışın neden kırılamadığı mevzusudur. Bu konuda geçmişe özlemin, geleceğe bakışı engellediği açıktır. Bunun örneklerini toplumun her alanında görmekteyiz. Fakat tek nedenin bu olmadığı da ortadadır.

İslam medeniyetinde bilimin kişisel çabalarla ilerlemesi günümüzde bile devam etmektedir. Bazı alanlarda bu aşılsa da her alanda bilimin kurumsallaşması kişilere bağlı kalmaması gerekmektedir. Batıda yapılan çalışmaların aşılması ve daha da geliştirilmesi ve farklı alanlara da uygulanması gerekir, tabi bunu yaparken kültüründe bu alanlarda kendini uyarlaması şarttır. Sorgulanamaz gerçek diye ortaya çıkan algıların ortadan kalkması gerekir. Sorgulamadan ilerlemek mümkün değildir.

İslam medeniyetinin neden geri kaldığı ile pek çok ayrıntı vardır. Bu nedenler ortadan kaldırıldıkça ilerlemenin de gerçekleşmesi normal bir seyir olacaktır.

Ne demiş Mevlana;

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”

Bir yanıt

  1. Aydın Sayılı’nın Bilim Tarihi kitabından bir alıntı ekleyeceğim. Aslında bu taassup bir mezheple ilgili değil, mezhebin yorumlanması ile ilgilidir. Benzer şekilde ilerlemeye karşı direniş başka mezheplerde de görülmüştür.

    “Osmanlı tarihinde yeniliklere set çekmeye de yarayan fetva usulü meşhurdur. Başka memleketlerde de buna benzer örnekler çoktur. Gregoir takvimi, bu takvime adını veren papa tarafından on altıncı asırda, Jül Sezar takviminin tashih ve ıslahıyla tesbit ettirilmişti. Fakat eskisine nazaran tartışma götürmez üstünlükleri olan bu takvim bir katolik yeniliği sayıldığından, protestan uluslar tarafından uzun zaman kabul edilmemekte ısrara uğradı. İngiltere’nin bu husustaki zihniyetini Voltaire şöyle ifade ediyor: İngilizler Papa ile uyuşma vaziyetine düşmemek için güneşle bile uyuşmazlık etmeye razı oluyorlar. Astronomide on altıncı ve on yedinci yüzyılda yapılan yeniliklere Katolik kilisesinin muhalefeti meşhurdur. Bruno ile Galile bunun en canlı örnekleridir. Servetus’un ve Darwin’in fikirlerine karşı en şiddetli itirazlar da genellikle protestanlardan gelmiştir. İslâmiyetin muhtelif mezhepleri de aklî bilimlere hor gözle bakmışlardır. Gerçekten, bilime ve bilimsel ilerlemeye karşı koymak bir din veya mezhebin özelliği değildir.”

    Aydın Sayılı / Bilim Tarihi

Bir Cevap Yazın

Diğer 1.078 aboneye katılın