Kanunların Ruhu Üzerine – Montesquieu

Montesquieu Kanunların Ruhu Üzerine kitabında, bir ülkede kanunların oluşmasının nelere bağlı olduğunu ele alarak bunu örneklerle açıklamaya çalışmış. Doğuyu, Batıyı, Romayı ve Antik Yunanı ele alarak kanunlardaki farkları anlatarak farklılıkların olası nedenlerine değinmiş.

Kanunların Ruhu Üzerine ve Montesquieu Aydınlanmacıları da etkilemiş ve “güçler ayrılığı” (yasama, yürütme, yargı) fikrini ortaya atmasıyla Fransız İhtilali’ni hazırlayan düşünürlerden biri olarak kabul edilmiştir. Şu ifadeler önemlidir kitapta:

Yasama yetkisiyle uygulama ya da yürütme yetkisi aynı kişiye ya da aynı memurlar topluluğuna verilirse, ortada hürriyet diye bir şey kalmaz; çünkü aynı hükümdarın ya da aynı senatonun, şiddet kullanarak uygulamak için ağır kanunlar yapmasından korkulur. Yargılama yetkisi, yasama yetkisiyle uygulama yetkisinden ayrılmazsa ortada yine hürriyet diye bir şey kalmaz. Yargılama yetkisi yasama yetkisiyle birleştirilseydi vatandaşların hayatı ve hürriyeti üzerindeki yetki keyfi olurdu. Çünkü hâkim aynı zamanda kanun koyucu olurdu. Uygulama yetkisiyle birleştirilseydi, o zaman hâkimin elinde yargılama yetkisinden başka bir de baskı kuvveti bulunurdu…

Kanunların Ruhu Üzerine’de yazara göre kanunların yapısı ülkenin yönetim biçimiyle doğrudan ilgilidir. Bu yüzden o cumhuriyet yönetimi, saltanat yönetimi ve istibdat yönetimi diye ayırarak kanunları inceler. Çünkü kanunların kanun yapıcının amaçlarıyla doğrudan ilgilidir. Eğitim, ticaret medeni hukuk hepsi yönetim biçimine göre düzenlenir. Öyleyse kanunlar yönetim biçimlerinin paradigmasını yansıtır çoğunlukla.

Öyle ya. Anayasamızın ilk maddesi, “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” değil mi? Siyaset, bilimler üstü bir konu. İlk Kant’ın Eğitim Üzerine kitabını okurken fark etmiştim bunu. Şimdi daha çok meşgul ediyor bu düşünce zihnimi.

Çevirmenin önsözde kullandığı cümlelerle:

O, her şeyden önce bir kanun adamı, bir mahkeme başkanıdır. Kendi alanında bir bilgindir de… Kanunların kaynaklarını, ilkelerini aramış, çağlar boyunca nasıl geliştiklerini incelemiş, çeşitli ülkelerde ve zamanlarda ne şekilde yorumlandıklarını araştırmıştır. Bilgin olduğu için deneye de değer verir.

Kanunların Ruhu Üzerine kitabının yazılış nedeni bu. Bu amaca ne kadar ulaştığı ise tartışılır. Konuların dağınıklığı, bilgi yanlışları. çelişkiler ve gereksiz bilgiler o kadar fazla ki kitabı okumak zor. Özellikle bir noktadan sonra. Voltaire’in Kanunların Ruhu Üzerine ile ilgili eleştirileri bence okunmalı. Voltaire çok yerinde eleştiriler yapmış. Bunun yanında kitaptan öğrenilebilecek önemli konular var.

Montesquieu’nun Kanunların Ruhu Üzerine kitabında çok önemli konular da var. Yeni bir şeyler öğrenmenizi ve yeni fikirleri düşünmenizi sağlıyor kitap. Kitaptan ilginç bulduğum yerleri ve Kanunların Ruhu Üzerine yani kanunların ortaya çıkmasıyla doğrudan ilgili altını çizdiğim alıntılar şu şekilde:

Montesquieu ve Kanunların Ruhu Üzerine

İlk doğa kanununun çatışma üzerine değil, birlik üzerineydi. Bu köklü tartışmaya yazar da eğiliyor Kanunların Ruhu Üzerine kitabında.

Doğa içindeki insanda bilgi değil, daha çok bilgi edinmek yeteneği vardır. İlk düşüncelerinin teorik düşünceler olamayacağı apaçık bir şey. Varlığının başlangıcını aramadan önce varlığını devam ettirmeyi düşünecek. Böyle bir insan her şeyden önce yalnız aczini duyar; sıkılganlığı en üstün noktaya çıkar; bu konuda örnek de yok değil; ormanlarda her şeyden ürken her şeyden kaçan insanlar buldular. Bu durumda herkes kendini aşağı görür; eşitlik duygusu bile çok zayıftır. Bundan ötürü de kişiler birbirlerine saldırmayı düşünmezlerdi; barış da böylece ilk doğa kanunu olurdu.

Zayıflığı duygusuna insan, ihtiyaçları duygusunu da ekler. Böylece, başka bir doğa kanunu daha ortaya çıkar ki o da insanı, yiyecek aramaya yöneten kanun olur. Korkunun insanı kaçmaya yönelttiğini söylemiştim; ama karşılıklı korku belirtileri çok geçmeden onları birbirlerine yaklaştırır. Böyle olmasa bile, bir hayvanın, kendi cinsinden başka bir hayvanın yaklaşmasından duyduğu zevk de onları birbirlerine yaklaşmaya sevk ederdi. Üstelik ayrılıkları dolayısıyla iki cinsin, birbirlerine karşı duydukları sevgi de bu zevki arttırırdı. Böylece hayvanların her zaman doğal olarak birbirlerine yalvarışları da üçüncü bir doğa kanunu olurdu.

İnsanlar, önceden var olan duygularından başka, yavaş yavaş birtakım bilgiler de edinmeye başlarlar; bundan ötürü insanlarda, öteki hayvanlarda olmayan ikinci bir bağ meydana gelir. Birleşmeleri için yeni bir neden daha ortaya çıkmış demektir; toplum halinde yaşamak isteği de böylece dördüncü doğa kanunu olur.

Devletler hukuku, siyasi hukuk ve medeni hukukun doğuşu üzerine:

İnsanlar toplum halinde yaşamaya başlar başlamaz zayıflık duygularını yitirirler; aralarındaki eşitlik yok olur, savaş hali başlar. Her özel toplum kendi kuvvetinin farkına varır; bu da milletler arasında savaş durumunu meydana getirir. Her toplumda kişiler, kendi kuvvetlerinin farkına varmaya başlarlar. Toplumun sağlayacağı başlıca yararları kendilerinden yana çevirmeye çalışırlar; bu da bu kişiler arasında savaş durumunu meydana getirir. Bu iki çeşit savaş durumu, insanlar arasında kanunların yerleşmesine sebep olur.

Böyle bu kadar büyük bir gezegende oturduklarına göre yeryüzünde çeşitli toplumların bulunması gerektiğini düşünen insanlar, bu toplumların aralarındaki bağları düzenlemek için kanunlar ortaya atmışlar. Böylece Devletler Hukuku meydana gelmiş. Devam ettirilmesi gereken bir toplumda yaşadıklarını göz önünde bulunduran insanlar, yönetenlerle yönetilenler arasındaki bağları düzenleyecek kanunlar yapmışlar; böylece Siyasi Hukuk meydana gelmiş. Bütün vatandaşlar arasındaki bağları düzenlemek için de kanunlar meydana getirmişler; adına da Medeni Hukuk demişler.

“Cumhuriyet erdemli insanların rejimidir.” Saltanatta işler onur duygusuyla yürür. İstibdatta ise korku ile.

Bu söylediklerim nedeniyle kimsenin alınmamasını rica ederim. Bütün milletlerin tarihlerine dayanarak konuşuyorum. Faziletli hükümdarların yeryüzünde az olmadığını pekâlâ biliyorum; ama ben, bir saltanat hükümetinde halkın faziletli olmasının çok güç bir şey olacağını söylemek istiyorum.

İşsizlik içinde hırs, kendini beğenmişlik içinde aşağılık, çalışmadan zengin olma isteği, gerçeğe karşı düşmanlık, dalkavukluk, ihanet, alçaklık, sözünden cayma, vatandaşlık görevlerini küçümseme, hükümdarın faziletinden korkma, karakterinin zayıflığından yarar bekleme, bunların üstünde de fazileti devamlı olarak gülünç bir şey gibi gösterme. Öyle sanıyorum ki, her yerde her zaman dalkavukların çoğuna vurulan damgalardır bunlar. Şimdi bir devletin başında bulunanların çoğunun namussuz olması, aşağı tabakada olanların ise namuslu olması, birincilerin aldatan, kandıran olması, ikincilerin de aldatılandan başka bir şey olmamaya razı olması ülkede büyük çapta bir huzursuzluk meydana getirir.

Ama bu söz, faziletin saltanat hükümetinde var olmayacağını değil, yalnız bu çeşit hükümetin dayanağı olamayacağını gösterir.

Evet, saltanat hükümetinde bir kuvvet eksik, eksik ama onun yerine de bir başka kuvvet var ki adına Onur diyoruz. Yani her kişinin ve her sınıfın önyargısı, sözünü ettiğim siyasi faziletin yerini alır ve her yerde onu temsil eder; en güzel davranışları ilham edebilir; kanunların kuvvetiyle birleşince de tıpkı fazilet gibi, kişiyi hükümetin amacı doğrultusunda yönetebilir. Böylece iyi bir şekilde düzenlenmiş saltanat hükümetlerinde herkes aşağı yukarı iyi bir vatandaş olabilir ama iyi insan pek az bulunur; çünkü iyi insan olmak için kişinin böyle bir niyeti olması, devleti de kendi çıkarını düşünerek değil bizzat devletin çıkarını düşünerek sevmesi gerekir.

İstibdat yönetimleri ise korkuyla idare edilir.

Nasıl ki bir cumhuriyete fazilet, bir saltanat idaresine onur gerekiyorsa, istibdat hükümetine de Korku gerekir; fazilete lüzum yoktur orada; onur ise tehlikeli bir şey olur. Hükümdarın sınırsız yetkisi, bu yetkiyi teslim ettiği kimselerde de aynen bulunur. Kendilerine fazlasıyla değer verilebilecek yetkide olan kişiler ihtilal çıkarabilirler. Şu halde korku bütün cesur insanları baskı altında bulundurmalı ve gözü yükseklerde olanların bu tutkularını en küçüğünden en büyüğüne kadar söndürmeli.

Büyüklerin de hükümdarın isteklerine göre yargılanmaları gerek; en aşağı sınıftan bir insanın kellesi daima emniyette, paşalarınki ise daima tehlikede olmalı. İnsan, bu korkunç yönetim şekillerinden, tüyleri diken diken olmadan söz açamıyor. Saltanat yönetiminde hükümdar aynıdır; bakanları ise istibdat hükümetinin bakanlarından çok daha maharetli, çok daha becerikli olurlar.

Yönetim biçimlerine göre eğitim anlayışları

Saltanat hükümetlerinde temel eğitim çocuklara, öğretim yeri olan okullarda verilmez; eğitim âdeta toplum hayatına girildiği zaman başlar. Bize her yerde önderlik edecek olan o evrensel öğretmenin, yani onurun okulu işte oradadır. Saltanat hükümetinde, kanunlar da, din de, onur da, her şeyden önce hükümdarın buyruklarına uymayı salık verir; ötekiler sonra gelir. Ama bu onur bize, hükümdarın küçük düşmemize sebep olacak bir şeyi buyuramayacağını da öğretir; aksi takdirde kendisine hizmet edemeyecek bir duruma düşeriz de ondan.

Saltanat yönetimlerinde eğitim, kişinin ruhunu yükseltmeye, istibdat hükümetlerinde ise alçaltmaya çalışır. Eğitim böyle bir hükümet şeklinde köleliği öğretmeli. İşin başına geçildiği zaman bile böyle bir eğitim almış olmak bir nimettir; çünkü, hiç kimse aynı zamanda köle olmadan tiranlık edemez. Aşırı itaat, itaat edenin bilgisiz olmasını gerektirir; hatta işin başında bulunanın bile böyle olmasını gerektirir; danışmaya, kuşkulanmaya, düşünüp taşınmaya ihtiyacı yoktur. Sadece ister, işte o kadar.

Eğitimin bütün kuvvetiyle arandığı çevre cumhuriyet hükümetidir. İstibdat hükümetlerindeki korku, tehdit ve ceza yoluyla kendiliğinden meydana gelir; saltanat hükümetlerindeki onur, tutkular tarafından, tutkular da onur tarafından desteklenir. Ama siyasi fazilet, kişinin benliğinden fedakârlık etmesi demektir; bu ise öteden beri çok ağır ve çok güç bir iştir. Bu fazileti, kanun ve vatan sevgisi diye tarif etmek mümkündür. Genel çıkarı, kişinin, kendi çıkarına, devamlı olarak tercih etmesini gerektirdiğinden ona bütün özel faziletleri verir; bu faziletler işte bu tercihten başka bir şey değildir. Bu sevgi yalnız demokrasilere özeldir. Yalnız demokrasilerde hükümet her vatandaşa emanet edilir. Hükümet ise yeryüzündeki bütün nesneler gibidir. Koruyabilmek için onu sevmek gerekir.

Zorba devletlerde ruh yüceliği aramaya kalkmayın sakın. Hükümdar kendinde bulunmayan büyüklüğü milletine de veremez; onda şan ve onur diye bir duygu yoktur. İstibdat hükümetinin ilkesi korkudur. Şu halde, korkak, bilgisiz, boynu bükük insanlar için fazla kanuna lüzum yoktur. Her şey orada iki üç fikir üzerine dayanmalı ve olup bitmeli. Şu halde yeni yeni fikirlere de lüzum yok demektir. Bir hayvanı eğitmeye kalktınız mı, eğiten insanı, eğitim şeklini ve tarzını değiştirmeye gerek görmezsiniz. İki üç defa kafasına vurursunuz, olur biter.

Şiddetli cezalar ve yönetim biçimleri arasındaki ilişki üzerine

Çeşitli hükümetlerde cezaların ağırlığı üzerine Cezaların ağır olması, ilkesi korku salmak olan istibdat hükümetine, temel ilkesi onurla fazilet olan saltanat hükümetiyle cumhuriyet hükümetinden daha uygun düşer. Ilımlı hükümetlerde vatan sevgisi, utanma ve küçük düşme korkusu, birçok suçun işlenmesini önleyen baskı nedenleridir. Kötü bir davranışın en büyük cezası, o davranışın kötü olduğuna inanmaktır. Böyle olunca da, medeni kanunlar kişiyi kolaylıkla yola getirir ve aşırı bir şiddeti gerektirmez. Bu gibi devletlerde, iyi bir kanun koyucu, suçları cezalandırmaya değil, önlemeye çalışır; işkence etmeye değil, ahlakı yükseltmeye çabalar.

Eşkıyalık bazı ülkelerde sık sık olan şeylerdendi. Önünü almak istediler; bunun için de çarka vurma cezasını koydular; gerçekten de bir süre, bu çeşit olayların önü alınmış oldu. Ama ondan sonra da eşkıyalık eskisi gibi aldı yürüdü. Kanunların sertliği görülüyor ki bizzat kanunların uygulanmasına engel oluyor. Ceza ölçüsüz olunca, çoğu zaman ceza vermektense ceza vermemeyi tercih etmek zorunda kalıyorlar.

Demokrasilerin kanunlar üzerindeki olumsuzluğa yol açabilecek etkisi üzerine Kanunları Ruhu’ndaki uyarı

Demokrasi ilkesi yalnız eşitlik ruhunun yitirilmesiyle değil, aşırı eşitlik ruhunun benimsenmesiyle, herkesin, kendini yönetmek için seçtiği kişilere eşit olmak istemesiyle de bozulur. O zaman halk, başkalarına tanıdığı yetkiye bile tahammül edemediğinden her şeyi bizzat yapmak, senato yerine görüşmelerde bulunmak, bakanlar yerine kanunları yürütmek, bütün hâkimleri iş göremeyecek hale getirmek ister. Cumhuriyette artık fazilet diye bir şey kalmaz.

Halk bakanların işini görmeye kalkar; memurlara saygı gösteren olmaz. Senato görüşmelerinin hiçbir etkisi kalmaz; senatörlere, dolayısıyla yaşlılara saygı gösteren olmaz. İhtiyarlara saygı kalmayınca babalara da saygı kalmaz; kocalar karılarından, efendiler de uşaklarından gerekli saygıyı göremezler. Herkes bu başıbozukluktan hoşlanmaya başlar; buyruk olmaktan duyulan yük, buyurulmaktan duyulan yük gibi kişiyi yorar. Kadınlar, çocuklar, köleler kimsenin buyruğu altına girmek istemezler. Ortada ahlak diye, düzen diye, sevgi diye, sözün kısası, fazilet diye bir şey kalmaz.

Büyük başarılar, hele halkın ortak olduğu büyük başarılar, ona öyle bir gurur verir ki, artık onu yönetmek imkânı kalmaz. Memurları kıskandığı için memuriyeti kıskanır; yönetenlere düşman olduğu için de çok geçmeden devlete düşman olur. Mesela, İranlılara karşı elde edilen Salamine zaferi Atina Cumhuriyetinin bozulmasına sebep olmuştur. Atinalıların bozguna uğraması yüzünden de Siraküza Cumhuriyeti mahvolmuştur.

Cumhuriyetler üzerine bazı düşünceler.

Yerleşmiş bir yönetiminin ilkelerini yaşatabilmek için devleti, mevcut sınırlarının içinde tutmak gerekir, bu bir; sınırları daraltılır ya da genişletilirse bu devletin anlayış değiştireceğini bilmek gerekir. Bir cumhuriyet küçükse yabancı bir kuvvet tarafından kolaylıkla yıkılır; büyükse, içten gelen bir kötülük sonucu kendi kendine yıkılır.

İklimin kanunlara etkisi üzerine

Sıcak ülkelerde yaşayanlar yaşlılar gibi çekingendirler; soğuk ülkelerde yaşayanlar ise delikanlılar gibi gözü pek olurlar. Asya’da ülkenin sıcaklığı arttıkça dervişlerin de keşişlerin de sayısı artar; örneğin, aşırı derecede sıcak olan Hindistan keşiş doludur. Avrupa’da da aynı şeyi görürüz. İklimin neden olduğu tembelliği yok etmek için kanunların, çalışmadan yaşamayı sağlayacak bütün imkânları ortadan kaldırması gerekir.

Soğuk ülkelerde kandaki sıvı terleme yoluyla çok az çıkar; çok ölçüde sıvı vardır kanda. Şu halde o ülkelerde alkollü içkiler kullanmakta sakınca yoktur; kan pıhtılaşmaz. Vücut sıvıyla doludur; kana hareket veren kuvvetli içkiler kimseye dokunmaz. Ekvatordan bizim yarı küreye geçin, kutba doğru çıktıkça sarhoşluğun arttığını görürsünüz.

Tarihte, Romalıların, ortada hiçbir şey yokken kendi kendilerini öldürdüklerini göremiyoruz; ama İngilizlerin, ortada böyle bir işe yol açacak bir neden yokken, hatta mutlu bir hayat sürerken bile kendi kendilerini öldürdüklerine şahit oluyoruz.

İklimin fazla sıcak oluşunun insanların kuvvet ve cesaretlerini körlettiğini, buna karşılık soğuk iklimlerde, insanları uzun, ağır, büyük ve güç işleri başarabilecek hale getiren bir beden ve ruh sağlamlığı bulunduğunu söylemiştik. Bu ayrılık yalnız, milletler arasında değil, bir ülkenin çeşitli bölgeleri arasında da görülür. Kuzey Çin’de oturanlar Güney Çin’de oturanlardan daha cesur olurlar; Güney Kore halkı Kuzey Kore halkı kadar cesur değildir. Şu halde, sıcak iklimlerde oturan insanlar korkak ve ürkek oldukları için öteden beri köle halinde, soğuk iklimlerde oturan insanlar devamlı olarak hürriyet içinde yaşamışlarsa buna şaşmamak gerekir. Bu durum doğal bir nedenin sonucudur.

Toprak ve ticaretin kanunlara etkisi üzerine

Toprağın verimsiz oluşu insanları daha becerikli, daha kanaatkâr bir hale getirir; böyle bir ülkede yaşayan insanlar çalışmaktan yılmazlar, cesur ve savaşçı olurlar. Bir ülkenin verimli oluşu kişiye rahatlık ve huzurla beraber bir de gevşeklik verir; kişi hayatı sever, canına kolay kolay kıyamaz.

Toprağı işlemeyen milletlerin siyasi durumları üzerine Bu çeşit milletler sonsuz bir hürriyetten faydalanırlar; toprağı işlemedikleri için toprağa bağlı değillerdir de ondan; başıboş göçebe hayatı yaşarlar da ondan; günün birinde bir başbuğ çıkar da hürriyetlerini ellerinden almaya kalkarsa, hürriyetlerine kavuşmak için başlarını alıp ya başka bir başbuğun yanına giderler ya da aileleriyle bir arada yaşamak için ormana çekilirler. Bu çeşit insan topluluklarında kişi öylesine hürdür ki, vatandaş hürriyeti de zorunlu olarak kişi hürriyetiyle bir arada bulunur.

Başkalarından daha çok hoşa gitmek kaygısı, süse olan eğilimi artırır; hatta olduğundan fazla görünüp daha da hoşa gitmek isteği modayı meydana getirir. Moda dediğimiz şey çok önemli bir şeydir. Hafif ve boş şeylere olan düşkünlükleri arttıkça insanlar, moda ticaretinin çeşitli dallarını durmadan geliştirirler

Atinalılara verdiği kanunların en iyi kanunlar olup olmadığını Solon’a sormuşlar, o da: “Ben onlara, katlanabilecekleri kanunların en iyilerini verdim” diye cevap vermiş. Bütün kanun koyuculara duyurulması gereken güzel bir söz.

Ticaret, yıkıcı önyargıları yok eder; aşağı yukarı genel bir kuraldır: Nerede yumuşak huylu insanlar varsa orada ticaret vardır; nerede ticaret varsa orada insanlar yumuşak huylu olurlar.

Dinin kanunlara etkisi üzerine örnekler.

Hristiyan dini arı zorbalıktan çok uzaktır. Yumuşaklık İncil’de öylesine salık verilir ki, Hristiyan dini, zorba hükümdarın gerek adaletini uygularken, gerek memleketini yönetirken kullanacağı zora, kökünden aykırı düşer.

Eski İranlıların kutsal kitaplarında şunlar yazılıydı: Veliler arasına girmek istiyorsanız çocuklarınıza bilgi verin; onların iyi davranışlarının tümü sizin hesabınıza geçirilecektir de ondan; aynı kitaplar kişiye erken evlenmeyi salık veriyorlardı; çünkü, diyorlardı, ahiret günü çocuklar köprü ödevini görecekler; çocuğu olmayanlar bu köprüden geçemeyecekler. Bütün bunlar uydurma şeylerdi ama topluma son derece yararı dokunuyordu.

“Domuz” diyor M. de Boulainvilliers[327], “Arabistan’da çok az olacak; çünkü bu ülkede hemen hiç orman olmadığı gibi bu hayvanın yiyebileceği bir şey de yoktur. Hem zaten suların ve besinlerin tuzluluğu, halkı, deri hastalıklarına karşı son derece hassas bir hale sokar.” Domuz etini yasak eden bu yöresel kanuna, domuzun evrensel ve âdeta zorunlu bir besin halini aldığı öteki ülkelerde iyi bir kanun gözüyle bakılamaz.

Burada bir düşüncemi söylemekten kendimi alamayacağım. Sanctorius, yediğimiz domuz etinin terlememize engel olduğunu, hatta öteki besinlerden aldığımız terleme imkânını bile azalttığını söylüyor. Bu azalmanın üçte bir oranında olduğunu da ilave ediyor; terleme az olursa deri hastalıklarının meydana geldiğini ya da arttığını biz zaten biliyoruz. Şu halde Filistin, Arabistan, Mısır, Libya gibi, halkı deri hastalıklarına karşı hassas olan ülkelerde domuz etinin yenmesini yasak etmeli.

Kredi kartı borcundan dolayı insanlar neden hapse girmemelidir? Kanunların Ruhu Üzerine bu soruya cevap veriyor.

Atina’da Solon, alelade borçlardan ötürü kişinin hapis cezasına çarptırılamayacağını buyurdu. Gündelik medeni anlaşmalar alanına giren işlerde, kanun, hapis cezası vermemeli; çünkü kanun, bir vatandaşın hürriyetine başka bir vatandaşın refahından daha çok önem verir.

Sonuç olarak, yazarın kimi söyledikleri bugün ırkçılık olarak değerlendirilecektir. Dinlerin doğal sınırının iklim olduğu düşüncesi doğru görünmemektedir ve her bakımdan eksik bir değerlendirmedir. Hristiyanlık dininin zorbalıktan uzak hükümdarlar çıkaracağı düşüncesi tartışmalıdır. Kanunların Ruhu Üzerine’de böyle tartışmalı çok konu var.

Kanunların Ruhu Üzerine kitabını buradan satın alabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın

Diğer 1.068 aboneye katılın
%d blogcu bunu beğendi: