Ahmet Hamdi TANPINAR birkaç kitabında Binbir Gece Masalları’nın eskicisinden bahseder. İnsan hayatının tekdüzeliğindeki olağanlıkları, eskicinin başına gelen olağanüstü olaya benzetir. Bunu aslında bütün masallar ve modern masal olan sinema için de söylemek mümkündür. Masal ya da sinemadaki olağanüstü olayın bizde bu denli etki yaratmasının sebebi onun günlük hayatımıza bir yönüyle tam değmesi değil midir? Bunun yanında bazı yapımlar ise gerçeği ter yüz ederek bize söylerler.
Maymunlar Cehennemi filmini birkaç dakikalığına aklımıza getirelim. Birtakım maymun çeşitli nedenlerle değişim geçirirler ve artık insanlarla tatlı bir rekabete girişmeye başlarlar 🙂 Serinin sonraki filmlerinde evrim maratonunu insanlardan hızlı koşarak medeniyet kurmuş ve insanları köleleştirmiş bir maymun milleti görürüz. İşte bu tam olarak maymunlar cehennemidir fakat filmi izleyen bir maymun olsaydı farklı fikirde olabilirdi. Artık neyin, hangi filmin ve hangi durumun cehennem olduğu tartışmalı hale gelmiştir. Bir dakika! Zaten maymunlar cehenneminde olabilir miyiz?
Burada masalların ve onun bir biçimi olan sinemanın anlattıklarının gerçeğin ters yüz edilerek söylemenin bir yöntemi olduğunu savunuyorum. Masallarda ve sinemada olağanüstü ya da olağandışı diye bir şey yoktur. Öyle olsaydı ilgimizi çekmezdi. Gördüğümüz şey gerçeğin üstü kapalı ya da abartılarak söylenmesinden başka bir şey değildir. Masalın tanımında olağanüstü olaylar ve olağanüstü kişilerden ifadesi geçer. İyi ama herkes kendi iç aleminde olağanüstüdür ve bu olağanüstülük kişinin kendi kişisel efsanesine inanmasındadır. Ali Cengiz ya da Keloğlan şekilden şekle girebiliyordur, bir X Man de gözlerinden lazer ışınları çıkarabilir ama benim manalı bakışlarım da az değildir 🙂
Severance dizisi yine bu bağlamda ele alınabilecek hoş bir dizidir. Dizideki insanların hiçbir olağanüstülüğü yoktur. Sadece işte ne yaptıklarını özel hayatlarında hatırlamıyorlardır. Bu basit bariyer diziye tüm gizemini verir. Bilincimizin bir yerlerinde bizden habersiz bir şeyler döndüğü düşüncesi çok cezbedicidir. Tıpkı rüyalar alemi gibi bizden öte başka bir hayatı yaşıyor olma ihtimalinin nüvesi gizlidir orada. Yine Ahmet Hamdi TANPINAR’ın ifadeleriyle “Sanki birisi beni uyandıracak da Hadi kalk artık kendi hayatını yaşa” diyecekmiş hissine kapılırız zaman zaman. Severance aynı zamanda şu gerçeği ters yüz ederek söyler. İş yaşamındaki saatler, kendimiz olmadığımız ve şahsiyetimizi az çok gizlediğimiz kiralanmış bir zaman dilimidir. Severance bu gerçeği ters yüz ederek bize söyler.
Şehzadenin Hayatını Kim Çaldı?
Masallar bir yana, Binbir Gece Masalları sanırım masalın doruk noktasıdır. Masalların kökenleri, başka yerden alınıp birleştirilmeleriyle ilgili bir dünya tartışma vardır eminim ama bu masallarda Arabın çoşkun muhayyilesini görürüz. Bu masalları okuyup da en az bir tanesi aklında kalmamış hiçkimse yoktur sanırım. Masallar gerçeği ters yüz ederek söylediğinde söylenen hakikati bir tarafımız anlar ama bir tarafımız anlamaz. Bu anladığımız taraf bu hikayeyi unutmamıza engel olur ve fakat bu anlayış bilinçli zihnimize belki hiç düşmez belki de çok geç düşer. Masalda birden ortaya çıkan, iyi mi yoksa kötü mü olduğu belirsiz, her istediğimizi yapmaya muktedir ve emrimize amade cinler neyin nesidir? Tanpınar’ın eskici masalı gibi gerçeğin ters yüz edilerek yüzümüze çarpılışının aklımdan çıkmayan bir örneğini vererek bitireyim. Çok önceden okuduğum için eksik ya da yanlışlıklar olabilir.
Sarayda yetişen şehzade evlendiği gece, gerdeğe girecekken kötü bir cin tarafından kaçırılır ve memleketinden çok çok uzakta bir evsiz hayatı yaşamaya başlar. Şehzade olduğuna ve hikayesine kimseyi inandıramaz. Yıllar yıllar geçer ve şehzade yarı aç yarı tok hayatını devam ettirir. Birgün şehzadenin kardeşlerinden birisinin çocukları misafir olarak gittikleri bir ülkenin sarayından kaçarak bir tatlıcıya girer. Amcaları da bu tatlıcıda çalışmaktadır. Şehzade tatlıcıda annesinden öğrendiği tatlıları yapmaktadır. Çocuklar bu çok lezzetli tatlıdan yerler. Saraya geldiklerinde anneanneleri onlara sürpriz olarak ayda yılda bir yaptığı tatlılardan yapar. Çocuklar yeni tatlı yediklerinden tatlıya burun kıvırırlar. Anneanne hiddetle üstlerine gidince torunlardan biri dışarıda tatlı yediklerini ağzında kaçırır. Üstelik senin tatlından daha lezzetliydi derler.
Anneanne bu tatlı konusunu çok ciddiye aldığından bu tatlıyı benden iyi yapabilecek kimse yoktur bunun tarifi bir tek bendedir bana da annemden kaldı diyerek çocukları tersler. Yanındakilere tatlıcıya gitmek istediğini söyler. Kılık değiştirip tatlıcıya gittiğinde şehzadeyi tanır, tatlıyı tadar ve onun oğlu olduğuna kanaat getirir ama şüpheleri vardır. Durumu anlatıp sorsa karşı tarafın yalan söylemesi çok büyük bir ihtimaldir bu yüzden şöyle bir şey düşünürler. Şehzade bayıtılıp kaçırılır, banyo yaptırılır ve tıraş edilir. Şehzadeyken gerdeğe gireceği gecenin aynısı oluşturulur. Renkler, eşyalar ve diğer tüm detaylar o gece gibi hazırlanır. Evleneceği kadın da şehzadeyi beklemektedir.
Şehzade sersem bir şekilde uyanır. Üstünde o geceki elbiseler vardır ve her şey o gece ile aynıdır. İçeriden evleneceği kadın “Nerede kaldın canım?” diye seslenir. Şehzade allak bullak olur. Kafası çok karışır ve eşinin yanına giderek “Çok acayip bir rüya gördüm. Çok uzaklarda evimden ayrı aç sefil olarak yaşadığım garip bir rüyaydı.” der. Şehzadenin bu sözü üzerine onu tanırlar ve hikaye mutlu sona gider. Fakat bu masal bize ne anlatır? Ömrün önemsizliği, hayatın gerçekle rüya arasında bir yanılsama olduğunu mu, ölüm ve yaşamın aslında bir olduğunu ve insanın bu iki durak arasındaki bir nesne olmasını mı? Ömür nasıl yaşanırsa yaşansın bir rüyadan farklı değildir belki de. Hangi rüyayı yaşadığımız sandığımız kadar önemli olmayabilir. Ve belki bütün hayatlar şehzadenin hayatı gibi çalınmıştır.
Bir Cevap Yazın