Yabancılaşma Hegel’den önce dile getirilse de Hegel ile ete kemiğe bürünmüş ve Marx’ın bu kavramı iktisada uyarlamasıyla herkesçe bilinen bir kavramdır. O kadar filozof tarafından ele alındığından anlamı da belirsizleşmiş ve ortadan kaybolmuştur. Felsefe böyledir zaten. Demokrasi iyidir, demokrasi kötüdür. Zamanın başında insanlık altın çağını yaşıyordu, hayır birbirine hayatı zindan ediyordu. Farklı görüşler ve farklı yaklaşımların çatışmasıdır bir yerde felsefe.
Yabancılaşma kavramı da ilk olarak Platinos tarafından dile getirilmiş kabul edilse de (Tabii yararlandığım kaynağa göre) filozoflar kavramı yeniden yorumlamışlardır. Hegel’in yabancılaşma kavramı anlaşılması daha zor gibi geliyor bana. Marx konuyu çok ilginç bir noktaya getiriyor. Yine de bu yabancılaşma kavramı psikolojideki, edebiyattaki ve sinemadaki yabancılaşma kavramlarına pek benzemiyor.
Konuyu çok karıştırdım başlamadan yabancılaşmanın tanımlarından birini vererek konuyu toplamaya çalışayım.
Felsefe de ise yabancılaşma, şeylerin, nesnelerin bilinç için yabancı, uzak ve ilgisiz görünmesi, daha önceden ilgi duyulan şeylere, dostluk ilişkisi içinde bulunulan insanlara karşı kayıtsız kalma, ilgi duymama hatta bıkkınlık ya da tiksinti duyma anlamına gelir. (Cevizci 2010: 1617) Bu tanımlardan hareketle denilebilir ki yabancılaşma özne ile nesne ya da bilinç ile şeyler arasındaki ilişkinin bozulması ya da öznenin ötekileşmesidir.
Bu tanımdan yola çıkarak kişinin içinde bulunduğu topluma yani ailesine ve arkadaşlarına karşı bile kayıtsızlığı söz konusu edilebilir. Ailesine, komşularına, mahallesine ve ülkesine hatta kendine yabancılaşabilir kişi. Bu psikolojik ve sosyal durumun ne olduğunu tanımlamak mı yoksa bir sorun olarak görüp çözmek mi gereklidir? Yazının konusu bu değildir fakat yabancılaşma hakkında Platinos’un basit açıklamasına bakalım. Platinos’a göre aydınlıktan uzaklaştıkça karanlık artar, bu aydınlık ise Tanrıdır. Ona göre kişi Tanrıdan uzaklaştıkça kendine ve içinde bulunduğu topluma yabancılaşmaya başlar. Tanrı, tin birdir ve herşey ondandır.
Hegel ve Yabancılaşma
Hegel anlaşılması zor ve tartışmalı bir filozof. Diyalektik fikrinin aptalca olduğunu söyler mantıkçılar. Hegel daha çok Kojeve üzerinden okunur. Hegel yabancılaşma kavramını ete kemiğe büründüren kişidir demiştik. Hegel diyalektik formülünü buraya da uygular.
Başlangıçta yani birinci aşamada sadece “tin” vardır. Tin kendi içindeydi, içindeki saklı gücü henüz gerçekleştirmemişti. Onun kendini bilmesi ve kendi özünü kavraması için gerçekleşmesi gerekiyordu. Tin kendi özünü gerçekleştirince doğa ortaya çıktı. Tin kendini gerçekleştirdi fakat aynı zamanda kendine de yabancılaşmış oldu. Tin doğa sayesinde nesnelleşmiş oldu. Tin yabancılaşmaktan kurtulmak ve kendi özüne dönmek için tarih ve kültür ortaya çıkar. Tin bilinçle kendini bilir.
Yukarıdaki paragraf çok kapalı bir anlama sahip. Konu zaten karmaşık fakat Hegel’den başkalarının çıkardığı bu paragrafı semavi dinlere uyarlarsak sanıyorum yaratılışın felsefi zorunluluğunu Hegel’den dinlemiş oluruz. Önce sadece o vardı. Sonra dünyayı yarattı. Sonra da kendisini bilsin diye insanı yarattı.
Hegel’in yabancılaşma kavramına itiraz Feuerbach ve ondan etkilenen Marx tarafından yapıldı. Marx Hegel’den birçok kavramı almış ve değiştirmiştir.
“Feuerbach, Hegel’in doğanın Mutlak Tinin kendisine yabancılaşmış biçimi olduğu görüşüne karşı çıkarak, insanın kendine yabancılaşmış biçimi olarak, insanın kendine yabancılaşmış Tanrı değil Tanrının kendine yabancılaşmış insan olduğunu ileri sürer.” (Erdost 2010: 11)
Marx ve Yabancılaşma
Marx bir fikir adamıdır ve dünyayı değiştirmek ister. Hegel’in yabancılaşması hiçbir derde derman olmamaktadır. Feuerbach ise olayı tek yönlü ele almıştır. İnsanın toplumsal ve tarihsel boyutu ele alınmamıştır. Tarihsel materyalizme göre kavramı yeniden ele alır.
Marx’a göre insan ve doğa arasındaki ilişki üretime dayalıdır. İnsan diğer canlılardan farklı olarak üretme bilincine sahiptir. Emek insanın özüdür çünkü nesne ile, doğa ile ilişkisi bu şekilde sağlar. Kapitalizm ise insanı emeğine yabancılaştırır. Kapitalizmde insan kendi ürettiği nesnelerin kölesi olmaya başlar. Bu yaşam araçları üzerindeki hakimiyetini kaybeder. Kontrol ettiği tarafından kontrol edilmeye başlar. Zaten işçi ne kadar çok üretirse o kadar yoksullaşmaya başlamıştır. İşçi ne kadar üretirse üretsin o kadar yoksullaşacaktır çünkü meydana gelen refahtan pay almayacaktır.
“İşçi ne kadar çok servet üretse, üretimin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar.” (Marx 2014: 75) Öyleyse emeğin ürettiği nesne emeğe yabancılaşmıştır. Artık onun karşısına yabancı bir şey olarak çıkar. Özetle Ollman’ın ifadesiyle burada karşılaştığımız şey, insan yapımı bir maddenin insan üzerindeki insanlık dışı gücüdür. (Ollman 2012: 236)
İşçi çalışırken mutsuzdur ve gönüllü değildir. Gönüllü olmaması onun çalışmaya zorlandığını gösterir. Onu çalışmaya zorlayan da kapitalisttir. Ayrıca bu çalışılan iş başkasına aittir. (Marx 2014: 78) Bütün bunlardan dolayı işçi bu çalışma fiiline yabancılaşır.
İnsan üreterek kendisini diğer varlıklardan ayırır. Çünkü üretim onun özüdür. Üreterek sadece bilinçte değil gerçekte de kendisini ortaya koyar. Bir tür varlığı olarak kendini diğer varlıklardan ayırır. İşte bu yüzden insandan kendi türsel varlığının özünü oluşturan kendi üretim nesnesi koparılırsa insan türe yabancılaşır.
İnsanın emeğinin sonucu olan üretimiyle alakası kesilince onu insan yapan üretme işinden de uzaklaştığı için türüne yabancılaşır diyor Marx özetle. Konu metanın üretimine geldiğinden Marx’ın “meta fetişizmi” dediği şeye değinmek gerekir. Bu konuya başka bir yazıda değinilebilir. Umarım konu anlaşılır olmuştur.
Konuyu yazarken faydalandığım ve alıntıları yaptığım makaleye buradan ulaşabilirsiniz. Konuyu uzmanlardan okumakta ve dinlemekte fayda var. Yanlış anlamış ve bağlamından koparmış olabilirim cümleleri.
Bir Cevap Yazın