Tatar Çölü: Eve Asla Dönülemez

Godot’yu Beklerken birçok yönüyle harika bir metindir. Bitmek tükenmek bilmez bir bekleyişi anlatır. Beklenen şey o kadar değerlidir ki ne olduğu bilinmese bile ve beklenenin geleceğiyle ilgili haberler inandırıcılığını çoktan yitirmiş olsa bile beklemeye devam edilir. Belki beklemekten başka yapacak bir şey olmadığı için bekleniyordur. Tatar Çölü de umutla boşuna bir beklemeyi anlatır ama esasında gidememekten bahseder. İnsan rutinlerine ve alışkanlıklarına o kadar bağlanır ve sıradanlık girdabı öyle güçlüdür ki sürekli gitmekten bahseden bir avuç insanın çoktan önemini yitirmiş sözde amaçlar uğruna dönememelerine şahitlik ederiz.

Tatar Çölü gibi bir isim yazarın bilinçdışının derinliklerindeki ortak imgelemle bağ kurup ismi oradan çıkardığını düşündürüyor. Uçsuz bucaksızlığıyla, çaresizlik içinde yok oluşu hatırlatan çöl imgesi ve varlığını herkesin bildiği ama hiç aklından geçirmediği köşelerde bir yerlerde kalmış bir sözcük. Bir imge olarak Tatarlar. Olsa olsa yarı mistik yarı unutulmuş bir çöl olmalı burası.

Çölle ilgili bir ilginç şey, çöl insanları çekermiş. Deniz kenarında büyüyen insanların denizi özlemesi gibi çölün de insanları kendine çektiği söylenir. Deniz ve anne kelimeleri bazı dillerde birbirine çok benzerdir. Deniz makro annedir. Çöle yakın olma güdüsüyle denize yakın olma güdüsü benzer bir nedene dayandırılabilir bu anlamda. Toprak, yani bu romanda çöl, arkaik bir anne olarak yorumlanabilir.

Çöl ve labirentler ile ilgili bir hikaye okumuştum. Yanlış hatırlıyorum muhtemelen. Bir Hitit Prensi bir Arap Prensini savaşta ele geçirince dalga geçmek için onu o sıralarda yeni yeni yapılmaya başlanan labirentlerden birine bırakmış. Labirentine çok güveniyormuş. Arap Prensi sinirle, söylene söylene bağıra çağıra günler sonra labirentten çıkmayı başarmış. Gel zaman git zaman derken bu Hitit Prensi Arap Prensinin eline düşmüş. Arap Prensi, Hitit Prensini bir çöle bırakmış ve ona demiş ki, “Ey melun onlarcı odacıklı oyuncağını beni hapsedip sabrımı tüketmeyi denedin. Şimdi Tanrının labirentinde bul bakalım yolunu.”

Çöl bilinmeyenin ve amansız tekdüzeliğin bir göstergesi olarak bu hikayede yerini almış. Günlük hayatın sıradanlığı ve bu sıradanlığın insanı içine çekmesi için çöl imgesinin seçilmiş olması bana kalırsa çok yerinde. Kitap kafanıza vuruyor. Burası bir çöl ve beklediğiniz şeyler gerçekleşmeyecek. Bu sıradanlıkla bu rutinlerle ölüp gideceksiniz. Beklentileriniz gerçekleşmeyecek. Ve asıl çarpıcı mesaj bana kalırsa daha derinlerde bir yerdedir. Eve asla geri dönemezsiniz. Heraklitos’un “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” anlamında da değil.

Karanlıkta, hiç kimsenin kendisini görmeyeceğini bildiği halde gülümser..

Kitabın ilk yorumu bir kalede önemli şeyler olacağı beklentisiyle kariyerlerine olumlu etki edecek bir şeyleri bekleyen askerlerin boşuna ömürlerini harcamalarının hikayesi ile ilgilidir. Boş hayaller, beklentiler ve kendini kandırmalar yüzünden ömürlerini heba eden bu insanlar bir tür hastalığa yakalanmışlardır. Gençlikleri, en güzel yılları burada ziyan olup gider. Mesaj belki hayatı dolu yaşamak ve bu askerlerin düştüğü duruma düşmemektir. Bu yorum kabul edilebilir bir yorumdur belki ama alt katmanda belki daha farklı bir mesaj vardır. Bu hastalıktan kurtuluş zaten mümkün değildir.

Romanın baş karakteri birkaç kere kaleden ayrılsa bile çeşitli sebeplerle geri döner ve ömrünün sonuna kadar bekleyişi devam eder. Yıllar sonra bile üstelik resmi kurumlarca kalenin artık önemsiz olduğu söylendiği halde bekler. Yaşı ilerlemiştir. Belki de yazgısının sıradan bir insan olduğunu fark eder. Belki de ne yaparsak yapalım, herkes gibi sıradanlıktan kaçmak için çabalamak bizi sıradan yapan şeydir. Baş karakter artık kendi gençliğini hatırlatan yeni mezun bir subayın bile kaleye geldiğini görecektir. Bu bir döngüdür.

“İnsanlar anlaşıldı. Cihanın da sırrı yok.” diyen Yahya Kemal BEYATLI’nın ruh haline erişir belki de baş karakter. Hayatının ellerinden kayıp gidişini izlemiştir. Romanın son cümleleri dikkate değerdir. Baş karakter artık son zamanlarına geldiğinde son kez yıldızlara bakar. Karanlıkta, hiç kimsenin kendisini göremeyeceğini bildiği halde gülümser. Bu gülümseyiş kaçınılmaz olanın anlaşılmasıyla ilgilidir sanırım. O Sisyphos’tur.

Başka türlüsü yani başka bir hayat zaten mümkün değildi. Büyük beklentiler, önemli bir şeyler olacağı hissi ve tutunacak dallar hayatın kendini dayatma şeklinden başka bir şey değildi. Eve geri dönmek bir seçenek bile değildi. Artık ne siz sizsiniz ne ev ev ne de şehir aynı şehirdir. Eve dönme isteği de zaten evle ilgili değildir. Bütünlüğe kavuşma ihtiyacıdır. Ev, vaad edilmiş topraklardır fakat özünü adından alıyor olsa gerek gerçekleşmesi imkansızdır. O ancak vaad edilebilir hem de kimse vaad etmediği halde.

Bir Cevap Yazın

Diğer 1.068 aboneye katılın
%d blogcu bunu beğendi: