The Lighthouse (2019) birkaç açıdan çok başarılı bir film. Filmde bir adada, fenerde görev yapan iki denizcinin başından geçenler anlatılıyor. Düşük bütçeli, merak uyandırıcı, harika oyunculuk ve bence en önemlisi daha ilk dakikadan sizi içine çeken ve baskısı altına alan o korkunç atmosfer. Varlığın baskısı. İnsanı bıktıran, inkar edilemez, göz ardı edilemez, yumuşatılamaz o varlık.
Filmde yavaş yavaş akli dengesi bozulan genç ve yaşlı iki adamı izliyoruz. Yaşlı adamın akli dengesinin bozulmadığını en azından genç kadar bozulmadığı söylemek de mümkün. Genç adam neden delirmektedir? Bu sorun onun karakteri ile ilgili değildir çünkü belli koşullar gerçekleştiğinde varlığın baskısı altında ezilmemek çok zordur. Delirmenin genç adama özgü olmadığını, bunun doğal bir sonuç olduğunu yaşlı ve genç adamın sohbetlerinden anlıyoruz. Yaşlı adam önceki yardımcıdan bahsederken delirdiğini anlatıyor. Deniz kızlarından bahsettiğini ve fenerde bir çeşit büyü olduğuna inanmaya başladığını söylüyor.
Burada genç ve yaşlı adam arasındaki şu zıtlık dikkat çekmektedir. Yaşlı adam hep batıldan bahseder ve batıla sonuna kadar inanır. Genç adam ise bunları saçma bulur sürekli kılavuzdan, yazılı olandan bahseder. Yaşlı adam batılı o kadar ciddiye alır ki inancı küçümsendiğinde genç adama şiddet uygulamaktan çekinmez. Batılın kaynağı dikkat çekicidir. Yaşlı adam hep uğursuzluktan bahseder. Kadeh kaldırmamak uğursuzluk getirir, martı öldürmek uğursuzluk getirir. Hiç iyi işaret yoktur ondan ancak sakınılabilir çünkü varlığa bakıp onun özünü görmüş olan, onun ne olduğunu anlamıştır.
Batıl inançlarına rağmen yaşlı denizcide bir bilgelik vardır. Rüzgarın neyin işareti olduğunu bilir. Hepsinden önemlisi varlığın dayanılmaz baskısına nasıl dayanacağını bilir. “Bir denizcinin hayatındaki en berbat kısım nedir delikanlı? Rüzgârla deniz arasında kalınca işin durmasıdır.” der. Meşgul olmalı. Eylem insanı mutlak boşluktan kurtarır. Lüzumsuz ve gayesiz oyunu fark etmesini engeller. Carpe diem artık lirik değil korkunç bir sırra dönüşmüştür.
Sürekli iş söyler yaşlı adam genç olana. Genç adamın en normal olduğu zamanlar çalıştığı bu saatlerdir. Yine de çevrede hiçbir hareket olmayınca işler değişmeye başlar. İnsan kendi kendisiyle kalınca kendini öğütmeye başlar. Onu kendi isteklerinin yok etmesini engelleyen eylem ve eylemi zorunlu kılan ötekilerdir. Toplumun yokluğu ve doğa eylemi ortadan kaldırmıştır.
Dışarıda olmayan içeride oluşturulur.
Lüzumsuz ve gayesiz oyuna uyanmamak için eylem şarttır fakat fırtına çıkınca eylem iyice azalır. Eylemsizlik düşünmeye yol açar ve düşünmek felakettir. Düşünce manasızlığa bir “hakikat” arar. Dışarıda olmayan şey içeride oluşturulur. Hakikat tamamen içsel ve aslında olmayan bir şey olarak kendini dışa vurur. Filmde bu hakikat deniz feneridir. Deniz feneri binlerce yıl yol gösterici olmuştur denizciler için. Fenerde olan bitenleri deli gibi merak etmektedir genç adam. Yaşlı adamın onu bir türlü fenere yaklaştırmaması yani “yasak” onu oraya çeker.
Hakikatle ilgili ikinci olgu onun tamamen genç adamın arzu ve isteklerinden doğmuş olmasıdır. Gördüğü sanrılar hep aklını meşgul eden bedensel dürtüleriyle ilgilidir. Örneğin yaşlı adamı fenerde gözlerken gördüğü sanrılar cinsellikle ilgilidir. Cinsellik ile esrarın ve hakikatin böyle iç içe olması şaşırtıcı değildir çünkü dışarıda olmayan içerideki malzeme ile oluşturulur. Bir yandan ise ilginçtir, ilkel bilinç cinsellik ile felaketler arasında bağ kurar. Depremin, selin, dünyadaki sorunların kaynağıyla cinselliğe dayalı ahlak anlayışı arasındaki ilgi üzerine düşünülmeye değerdir.
Bir hakikat varsa bile o etten kemikten dürtülerinin esiri olan insan için midir? Goethe’nin Faust’ta dediği gibi, “Hakikat sizin neyinize?” mi demeli? Kendi varlığının kölesi olan, doyma, barınma, güvenlik gibi hayvansal ihtiyaçlardan oluşmuş ve bu ihtiyaçların varlığa gelmesi olan ölümlü ve zayıf bir beden olan insan hakikate layık mıdır? Aklı da kısıtlıdır. Öncesi ya da sonrası olmayan bir şeyi insan zihni anlayamaz.
Filmde son sahnelerde deniz fenerine erişmeyi engelleyen yaşlı adamın öldürüldüğünü görürüz. Freudyen açıdan bu babanın öldürülmesi olarak da okunabilir. Kurallar koyan, deniz fenerini kendine saklayan babanın öldürülmesi ve arzuya yani hakikate yaklaşmak. Her arzuya ulaşma çabası bir bakıma anlamsızdır çünkü arzu elde edilebilen bir şey değil sürekli peşinden koşulacak bir şeydir.
Baba, yani yaşlı adam ortadan kalkınca genç adam hızla hakikate yani fenere doğru koşar. Fener tüm varlığı ile oradadır. Fenerin kapağını açıp bir süre ona baktıktan sonra gördüğü karşısında irkilir ve dengesini kaybederek merdivenlerden düşer ve ölür. Hakikat erişilemezdir çünkü hakikat insan için değildir. O doğanın tokatlarından kaçması gereken bir canlıdır.
Son sahnede genç adam daha can çekişirken martılar tarafından yenmeye başlar. Bir başka sahnede kendisi bir martı öldürmüştü fakat şimdi bir başka martı tarafından yenmektedir. İşte bu tüm kayıtsızlığıyla varlığın kendini göstermesidir. Ondan nefret etmek, sevmek, bir şeyler beklemek boşunadır çünkü o mutlak kayıtsızlıktır. Hayat Tanpınar’ın benzetmesiyle, lüzumsuz ve gayesiz bir oyundur.
Bir Cevap Yazın