Gece yarısını geçmiş ve çok yağmur yağıyor. Varoluşçu ya da iman fatihi olmaya uygun bir zaman. Dünyaya fırlatılan insan hergün diktatörlüğü altında ömrünü tüketirken kendini var etmeye çalışıyor malzeme yine kendisi. Ömür sona doğru gelirken ortaya çıkan kişiden memnun olarak ya da olmayarak devam ediyor. Yanlış hatırladığım bir şiir var. Ben bu çağdan da bütün şerefimle geçeceğim. Çünkü sonsuz bir at hiç koşmuyorken de attır. At olduğunu belli etmesi için koşması ya da kişnemesi gerekmez.
Ölüme doğru bir yaşamda neyin anlamlı olduğunu aramak bitmeyen bir arayış. Ne kadar mesafe kat ettiğini sansan da sorudan uzaklaşa uzaklaşa bir adım uzaklaşmışsın, o da geri dönmek üzere. Büyülü ormanda kaybolan atlılar gibi yol aldığımızı sandıkça aynı ağaçların etrafında dönüyoruz. Bir zaman sonra arayış da kesiliyor. Kimilerine göre anlam hergün değişir, anlamı düşünmemek gerekir. Anlam yoktur hedefler vardır. İnsan hedeflerine doğru kendini iter. Kimileri ise anlam için mutsuz ve zeki olmak gerektiğini sezer. Bu büyük bir fedakarlık gerektirir. Herkesin ahlaklı gözükerek aptallaştığı ve öldüğü bu yerde ancak kötü ve ahlaksız olarak iyi olunabileceğini anlayacaksın.*
Dostoyevski’yi ya da diğer büyük romancıları güzel yapan kendi somut olay örgüleri üzerinden meseleleri bize anlatmalarıdır. Sanat önceden düşünülmeyen üzerine düşünmeyi sağlar. Bir restoranda yemek yiyen insanlar ya da kapı eşiğinde yatan kediler gündelik yaşamın basit özneleridir fakat onları bir tabloda gördüğümüzde gerçekten üstlerine düşünmeye başlarız. Kaytaran bir işçiye ya da araba camına musallat olan birine, günlük hayattaki bakışımız duygularca kuşatıldığı için eksiktir. Onu bir tabloda duygularımız dışında ve bütünden koparılmış olarak bulduğumuzda görmeye başlarız.
“Uyanmanın bedeli serapları fedadır…”
Rene Magritte, Goya’nın ve Manet’nin balkonlarında onların yansıttığı güzelliğin ve canlılığın başka bir boyutunu gördü. Ressamın yumurtaya bakıp kuşu çizdiği resmi hatırlatıyordu. Yumurtada imkan halinde bulunan kuş ve kuşta imkan halinde bulunan yumurtaya dikkat çektiği gibi Manet’nin balkonunu çizerken oradaki canlılığın içinde imkan olarak bulunan ölümü gösteriyordu bize.

Modernliği, yaşamın güzelliğinden bir parçayı gösteren bu resime Rene Magritte neden böyle sertçe karşı çıkıyor ya da alaya alıyor? Çünkü herkesin her şey normalmiş gibi yaşadığı bu yerde bazı anlarda ve yalnızken sezilen şeyler var. Fazla basit, fazla kurgu ya da saçma. Üstüne derin düşününce her şey saçmalaşmaya başlar. Mutsuzken ve yalnızken ve hüzün dolu bir kalple fark edilir bunlar. Meşgale kalmayınca, dünya bizi oyalayamadığında. Oyalanırken unutabiliriz. Oyalanmak şarttır da sağlıklı kalabilmek için. Sporla, aşkla, işle bir şekilde oyalanmak gerekir.
Matrix’in ne olduğunu sorgulamaya gerek yoktur ki günlük hayat rutini de buna uygun değildir. Gün kendi ödev ve devinimleriyle gelir. Yunus Emre daha Hacı Bektaş’ın kapısına gelmeden yolda gördüğü çiçekle ilgili düşünürken Be hey deli Yunus ne garip şeyler düşünürsün böyle deyip geçiştirmişti kendini. Sen buğdayına bak! Günlük hayatta yer yok böyle şeyler için. Yine de bazen bir dize, bir resim bir müzik ya da bir “an” çoktan unuttuğun bir şeyi hatırlatır gibi olur.
Belki uyanmanın bedeli artık yaşamın içindeki güzelliği görememektir. Balkon gibi iç açıcı bir şeye baktığında onda ölümün soğukluğunu gören ressamın ödediği bir bedel mi bu? Belki de bu umutsuzluğu gördüğünde dünyanın ne olduğunu anladı. Mutlulukta hüznü gören gözler hüzünde de mutluluğu görecektir. Her şeyin geçici olduğunu bilmek bir tür umut da veriyordur belki. “Hiç geçmez mi gözlerinden bu sonbahar?” Ya da, Seyreyle, evren hala ışık saçıyorken. “Hala vakit varken tomurcukları topla.” gibi düşünceler.
Bazı sürrealist resimlerde her şey normalken bir tane anlamsız nesne her şeyi bozar. Tüm normalliğin ve hergünkülüğün içinde anlamsızca büyük boyutlarda ya da alakasız bir nesne. Absürd bir öğe. Bu nesne niçin oradadır ya da neyi sembolize etmektedir? Saçmanın içindeki olma ihtimalidir belki. Belki de tüm nesnelerin saçma nesne ile aynı derecede saçma olduğunu anlatıyordur.
*Orhan Pamuk / Kara Kitap
Bir Cevap Yazın