Dil zihin ve dış dünya arasındaki aracı. Zihnimizden geçirdiklerimizi dilimiz aracılığyla ve dilimizin ustalığı kadar başkalarına aktarıyoruz. Bazen zihinde varolanın dildeki karşılığı denk gelemiyor. Edebiyat imdadımıza koşuyor ve zihnimizdeki o belli belirsiz hisleri (diyeceğim) dilin kıvraklığı ile iletmeye çalışıyor ve okuyanda ya da duyanda tam olarak açıklayamayacağı bir duyguyu uyandırıyor. Benim gibi sonsuz bir at hiç koşmuyorken de attır, cümlesi gibi mesela. Zamanı kim okşayabilir ki? Bu soru da belli belirsiz bir şeylere çağrışım yapar ve analizi yapılamaz.
Sıvılar elektriği iletirler. Böyle bir cümle anlaşılmak için irdelenmeye muhtaçtır. Sıvı yani katı ve gaz olmayan, elektriği yani elektrik enerjisini, iletir yani bir yerden bir yere ulaşmasını sağlar. Edebiyat bazen buna izin vermez. İrdeledikçe elimizde kalan anlamsız harf yığınlarıdır. Cümlenin bütününün yarattığı anlam kelimelerin toplamından fazlasıdır. “Kafesin biri bir kuş aramaya çıktı.” cümlesi gibi. Her neyse konu bu değil. Zaman bizim eski, eski olduğu için güvenilir olduğunu biildiğimiz bir dost. Dost diyorum çünkü zamanı kendimizle hissettiğimizde huzur duygusunun hakim olduğu bir ruh halindeyizdir. Zamanı okşamak da yani onu somutlaştırabilmek huzurun temel kaynağıdır. Huzur zannederim ışık gibi kırılır ve farklı renklerde yani farklı durumlarda ortaya çıkar. Huzur ve zamanın somutlaşması arasında bir ilişki olabilir.
Zamanın somutlaşması ve mutluluk arasındaki ilişkiden bahsetmek için zamanın somutlaşmasını açıklamak gerekiyor ne yazık ki. Başta yapmamam gerektiğini bildiğim şeyi yapmak durumunda kalacağım. Eğer anlamsız bulursanız bahanem yukarıda hazır. Doğada yemek yapıp yiyenlere denk gelmişsinizdir. Neden bu kadar huzurlu hissettirdiğini anlamaya çalışıyordum. Sanıyorum bunun iki güçlü nedeni var.
Birincisi doğanın insanı koşul sunmadan kabul etmesi. Kıyafetleriniz kirli, yırtık ya da eski mi, ayağınızda ayakkabı yok mu? Doğa bunları sorun etmez koşulsuzca kabul eder sizi. Doğa tanıdıktır zaten ve her gittiğimizde aynı kayıtsızlıkla daha doğrusu yargılamadan kendini açmıştır bize. Bir şekilde hepimiz çocukken bir ormana ya da orman sandığımız bir yere gitmişizdir. Evrimsel nedenleri de vardır elbette. Bu aşina olma duygusu doğaya her karıştığımızda ortaya çıkar. Kendimizi yabancı ya da dışarda hissetmeyiz.
Bazı tanıdık duygular
Doğa doğa anadır ve kucaklayıcıdır. Eski bir dostu görmek gibidir doğa. Üstüne yemek pişirilmesi ve yenilmesi ise insanın en tanıdık eylemini gerçekleştirmesinin getirdiği rahatlama duygusunu sağlar. Hele de yemekler böyle lezzetli görününce. Yemek yemek insan için fiziksel olduğu kadar psikolojik bir eylemdir. Birlikte yemek yediğimiz insanlara karşı sempati duyarız. Yabancılığın biraz kırılmasını sağlar hiç olmazsa. Çoğu insanın gerginken çok yemek yediği bilinen bir şeydir. Tanıdık bir duygu vasıtasıyla istenmeyen duygudan kaçmaya çalışmak. Uçaklarda bir şeylerin servis edilmesi çok iyi bir fikirdir. Özellikle uçakta bulunmaktan dolayı gerginlik yaşayan insanlar için. Uçakta verilen basit bir sandviç insanın tekrar huzurlu bir ruh haline dönmesini sağlar. Yolculuk süresi daha kısa gelir ve gerginlik ortadan kalkar.
Doğada yemek yapanların bu kadar huzur vermesinin bir sebebi de modern hayatın hareket ve baskısının zıttının mümkün olduğunu bize hatırlatmasıdır. Bu kadar koşuşturmaya gerçekten gerek var mıdır? İnsan doğada basit bir şekilde var olabilir. Doğada var olmayalım ama böyle bir var olma biçimi de mümkünse bu kadar hız, tempo ve stres gerçekten şart mıdır? Daha ortada bir yol yok mudur? Doğada zaman daha yavaş geliyordur ve onu içselleştirmek ve hissetmek daha münküdür belki. Zamanın hızının değmediği bir mekan olarak doğa örnek olarak gösterilebilir.
Zamanın değmediğii daha doğrusu zamanınn hızının değmediği onun daha derinden hissedilmesini sağlayan bir eşya örneği olarak eskiden sık kullandığımız ya da aşina olduğumuz bir eşya olabilir. Üniversitede çok okuduğumuz bir dergiye denk gelmek, eskiden çok giydiğimiz ama unuttuğumuz bir hırka ile karşılaşmak vs. Eski bir arkadaşımızla uzun zamandan sonra terkar karşılaşmak yine zamanda bir nevi somutlaşmayı sağlayabilir.
Zamanın somutlaşmasıyla ilgili bir eşya örneği olarak pikap çalarlardan bahsetmek ne demek istediğimi anlatmamı kolaylaştıracaktır diye düşünüyorum. Duyulan cızırtılı ses ve tüm bu seslerinn dijitalden çıkarak mekaniğe hapsedilmesi ve adeta bu şarkıların zamandan çalınmış hissettirmesi ilginç bir duygudur. Eski plakların daha gözde olması ya da zaman geçtikçe plakların daha değerli hale gelmesi biraz da bununla ilişkili olabilir. Bilgisayardaki milyarlarca şarkı yerine plaklara kaydedilmiş bu on on beş şarkı dinleyene ayrı bir keyif verir. Plak dinlerken zamanı daha somut hissettmemiz ve onu adeta hapsetmiş hissediyor oluşumuz galiba abartılı bir söylem değildir. Tüm bu anlattıklarımın ortak noktası ise herhalde bu durumlarda zamanı okşayabildiğimizi hissetmemizdir. Kim okşayabilir ki zamanı? O hep kayıp gider ama bazen belki onu daha somut hissediyoruzdur.
Bir Cevap Yazın