İnsanın ne olduğuyla ilgili tanımlardan birisi de Homo Ludens. Yani oyun oynayan insan. Toplumun oyun oynamak üzerine kurulduğuyla ilgili bir Huizinga teorisi. Bu teori 1938 yılında ortaya atılmış fakat kitapla ben yeni karşılaştım. Daha önce gelişim psikolojisi çalışırken oyun kuramlarıyla ilgili seyreltilmiş metinler okumuştum. Seyreltilmiş de olsa güçlü argümanlar okuyanı ikna etmek için yeterli olabiliyor. Homo Ludens kitabı ise pek öyle olmadı.
İnsanın oyun oynayarak evrimleştiği ve toplumsal düzenin oyuna göre şekillendiği, bugün sosyal kurumların aslında bir oyun biçimi olduğu ya da oyun temelli ortaya çıktığıyla ilgili bir teori bu. Savaşlar, mahkemeler ve sanat aslında oyunun bir parçası daha doğrusu oyunsal. Hakimlerin belli kıyafetler giymesi, mahkeme salonunda belli kuralların olması vs aslında hep bu kurumlardaki “oyun” izleridir yazara göre.
Oyun toplumsal olanın her tarafına “oyunsal” olarak sızmıştır. Belli kurallar vardır ve belli bir zaman ve mekanda ritüele uygun olarak oyun oynanır. Toplum oyunbozanları oyunda hile yapanlardan daha fazla dışlar. Oyun, oyunu oynayanlar için çok ciddidir. Oyunun aynı yaşam gibi bir şans boyutu da vardır. Biz bugün oyun oynamadığımızı düşündüğümüz işleri hergün yaparken aslında aynı ciddiyeti devam ettiriyoruz. Giydiğimiz kıyafetler, kurallar olması, ciddi olmamız, ortada bir galibiyet ve mağlubiyet olması ve rekabet gibi koşullar adliyelerde, savaşlarda, iş hayatında yani her yerdedir. Tıpkı bir oyun gibi kurgulanmışlardır. Bu bakımdan toplum kurumlarını oyunun kendisinden almıştır ve zaten oyun kültürden önce gelmektedir.
Oyunun geniş tanımı ve ritüeller
Yukarıda Johan Huizinga tarafından yazılan Homo Ludens : Oyunun Kültür İçindeki Yeri Üzerine Bir İnceleme kitabındaki düşünceyi birkaç cümleyle ifade etmeye çalıştım. Homo Ludens anlayışı bana biraz köpürtülmüş bir düşünce gibi gelse de kitabın yazıldığı tarihi ve tek taraflı tartışmanın hoş olmayan bir yanının olduğunu aklımda tutarak katılamadığım birkaç noktayı ele almak istiyorum.
Sosyal kurumların ya da büyük olayların oyunsal ya da oyunvari olmaları geniş bir tanımla bile onları oyun yapmayacaktır. Bir zamanının, mekanının ve belli kurallarının olması neredeyse toplumsal her olay için geçerlidir. Bir şeyin belli kurallara dayanması, bir tarifi olması veya belli kıyafetler gerektirmesi geçmiş tecrübelerle ilgili olmalıdır.
Ritüel oyunsal anlamında ilginç bir konumdadır. Neden ateşin üstünden iki kere değil de üç kere atlamam gerekir ya da neden her şey belli bir plana göre yapılmalıdır? Keyfiyet reddedilir ritüellerde. Bir şeyin nedene dayanmayacak şekilde kurallı olmasıyla ilgili sanıyorum şu iki noktayı akılda tutmak gerekmektedir. Birincisi, “püf nokta” anlayışıdır. Avlanırken ya da tarımsal üretim yaparken ya da bir konserve hazırlarken işin öyle kritik bir hamlesi olacaktır ki yapılmadığında bütün iş ziyan olacaktır. İnsanlar bu püf noktaları atlamamak için her şeyi kurallı ve tarife uygun olarak yapma alışkanlığı geliştirmiş olabilirler.
Püf noktayı kaçırma korkusu insanları herhangi bir konuda oyunvari şekilde kurallara uygun olarak davranmaya itmiş olabilir. Ritüellerde her şeyin kurallı ve önceden belli olmasının bir sebebi de ritüelin topluluk deneyimine uygun olması zorunluluğudur. Ritüel de bir dans gibidir ve topluluk hamleleri önceden bilmezse ritüele özgü uyum sağlanamaz. Ayrıca ritüel sergilenirken önceki ritüel tecrübelerinden hangi yöntemin işe yaradığı ve daha “etkili” olduğu tecrübe edilmiş olmalıdır ve bu tecrübeler zamanla kurala dönüşmüş olabilir.
Hukuk, felsefe, sanat, savaş gibi alanların da bir çeşit oyun ya da oyunun devamı olduğu görüşü bu anlamda hatalı olacaktır. Oyunun kendisi ritüeli ortaya çıkaran sebeplerden etkilenmiş olmalıdır. Toplumsal kurumlar aslında bir oyun değil, oyun da özünü ritüeli ortaya çıkaran sebeplerden almış olmalıdır. Oyunun esnek kumaşını gererek onunla toplumsal kurumları kaplamaya çalışmak yerine toplumsal kurumların altındaki temel sebeplerin oyun için de geçerli olduğunu düşünmek daha doğru olabilir.
Bir Cevap Yazın