İnsan dünyayı duyu organları kapasitesince algılar. Fakat algılanan verinin onun hayatına (hal ve davranışlarına) yansıması, insanın içinde bulunduğu beden ve kültürün şekillendirmesiyle olur. Duyu organları dış dünyayı algıladığımız donanımımız, bedenin istek ve ihtiyaçları ile kültürün biçimlendirdikleri ise yazılımımızdır diyebiliriz. İnsanlar “veriyi” tabiattan alsalar bile bu veriye toplum tarafından anlam biçilir. Birey içinde bulunduğu topluma gömülüdür. Bedenin ihtiyaçları ve kültürün biçimlendirmesi yine de en temelde ekolojik yoksunlukların kendini “hayat görüşü” olarak dışa vurma biçimidir.
İnsanların aynı dünyaya baktıkları halde onu farklı yorumlamalarının nedeni istek, ihtiyaç ve beklentilerinin karşılanması, karşılanmaması ya da hangi durumda karşılama imkanı bulduğuyla ilgilidir. Sözgelimi sosyalist dünya görüşüne sahip olmak, istek beklenti ve ihtiyaçlarımıza daha çok cevap veriyorsa sosyalist olmamız olasıdır. Otoriter devlet modeli beklentilerimize daha çok cevap veriyorsa otoriterliği destekleyecek hayat görüşüne sahip olmamız çok daha olasıdır. Düşüncelerimiz çıkarlarımızın etkisi altındadır. Düşünme, en temelinde bir duygulanım bir içgüdüdür diyecek kadar ileri götürebiliriz bu iddiayı. İdeolojiler (dolayısıyla daha çok hakim sınıfın ideolojisi) kurum ve sistemleri kullanarak kendi modellerinin bizim en çok çıkarımıza olacak model olduğunu savunarak rıza üretmeye çalışırlar.
Toplumun kabullendiği düzen uzun süre toplumun kabullendiği düzen olarak kalmaz. Kültürün üstünden akıp gittiği zemin değişkendir. Bir şeyler olur ve eski kurum ve sistemler çökmeye başlar. Ortaya yeni çıkan teknoloji üretim biçimlerini, üretim biçimleri de üretim ilişkilerini değiştirir. Bu süreç aynı zamanda kültürün değişmesi anlamına gelir. Zamanla bir üstyapı olan sosyal düzen, altyapı unsurlarındaki köklü değişmeler sonucunda değişir. Büyük fikirler ya da sistemler kum gibi dağılır gider. Geist yeni bir aşamadadır artık. Dünya aynı gibi görünmesine rağmen aynı değildir artık. Toplum ve toplumun olaylara yaklaşımı değişmiştir. Orta Çağ’ın feodal dünyasını değerlendiren aydın ile Burjuva Avrupa’sını değerlendiren aydın farklı şeyler göreceklerdir. İki değerlendirme de doğru olabilir fakat kendi zamanları için doğrudur.
Değişimin Yasası
İnsanın ya da toplumun değişmez bir özü vardır fakat bunun yanında değişen bir tarafı da vardır. Fizikte, su hep yüz derecede kaynar ama kültür aynı kalmaz. Çağ kendi anlayışını getirir. Eskinin doğruları yanlış, eskinin yanlışları doğru olabilir. Kültürdeki değişme çoğu zaman gelişme ve farklılaşma şeklinde olur. Geist toplam birikimle ortaya çıkmış kurum ve sistemler olarak karşımıza çıkar. Diyalektik süreç yadsıma ve aşma şeklinde işlemeye devam ederek dünyayı daha farklı bir yer haline getirmiştir. Bu yasa herhalde işlemeye hep devam edecektir. Kültürel değişim ya da doğanın bir biçimde değişimi, küçük farkların sürekli tekrarlanmasıyla meydana gelir. Başlangıçta küçük olan bu farklılıklar büyük planda hayalin alamayacağı bir farka dönüşür. Bitki ve hayvan ayrışmadan önce aynıydı. Bu aynılıkta ortaya çıkan “farklılaşmalar” zamanla çam ağacı ve insan arasındaki ayrıma dönüştü.
Sosyal yaşantımızı düzenleyen kurum ve sistemler de başlangıçta ortak olanın farklılaşmasıyla günümüze ulaştı. Başlangıçta benzer olan, şartların değişmesiyle ayrışmaya başlar. Monarşi içsel çelişkilerini çözememeye başladığında meşrutiyete dönüşmüştü. Meşrutiyet monarşiyi eleştirip aşarak onu da içine alan bir ara formül olarak karşımıza çıktı. En sonunda meşrutiyetin içsel çelişkilerini çözememesi onun yerini demokrasiye bırakmasına neden oldu. Demokrasi meşrutiyeti kapsayarak onu aştı. Bütün sosyal kurum ve sistemler için bu Hegelyen yorumlamayı yapmak mümkündür. Üniversite kiliseden çıkmıştır. Kiliseden çıkmasının nedeni kilisenin içsel çelişkilerinin artmasıdır. Üniversite, kiliseden farklılaşarak farklı bir toplumsal kurum olarak yoluna devam etmiştir. Sözün içsel çelişkilerinin artması yazıyı ortaya çıkarmıştır. Takas sisteminden paranın ayrışması da benzer bir süreçtir.
Değişme bir gelişme ve değişenin kendinden öncesini, kapsayarak aşma sürecidir. Bilimler felsefeden türemiş, daha sonra bu bilimler kendi içlerinde bölünerek daha alt dallara ayrılmışlardır. Meslekler de başlangıçtaki birkaç meslekten ortaya çıkmıştır. Hoca ve öğretmen, eczacı ve doktor birbirinden daha sonra ayrılmıştır. Değişim ve ayrışmanın geistin işleyiş yasası olduğunu kabul edersek ve gelişim ve farklılaşmanın mutlak iyiye doğru olduğunu varsayabilir miyiz? Her değişim iyiye doğru olmak zorunda değildir. Toplumlar çöküş aşamasına da muhtemelen değişim sonucu geldiler. Değişimin yanında gelmesi gereken şey farklılaşma ve ayrışma olmalıdır. Birleşmenin bütünleştirmenin olduğu yerde belki tehlike vardır. Bireyin, hayatın, bilimin, teknolojilerin ve kurumların farklılaştığını görmek belki de ilerlemenin bir işaretidir. Belki önemli olan değişim değil, değişerek ayrışma ve mevcut olanı kapsayarak aşmaktır.
Bir Cevap Yazın