Umberto ECO’nun “Prag Mezarlığı” kitabında komplo teorilerinin çıkış nedenlerini ve bu işin nasıl yapıldığını Simonini karakteri üzerinden takip ederiz. Kitap, onun “Foucault Sarkacı” kitabınının bir benzeri gibidir tema olarak. Bunun yanında Prag Mezarlığı’nda benim açımdan dikkat çekici olan şey baş karakter Simonini ve onun zihninde yarattığı bir kişilik olan Rahip Dalla Piccola olan ilişkisidir. Simonini, Rahip Dalla Piccola’nın varlığını kendi notlarından fark eder. Aynı evi paylaşırlar, eşyaların yeri değişmiş olur fakat birisi aktifken diğeri orada olmadığı için sadece birbirlerine notlar yazabilirler. İki “ben” arasındaki iletişim yazıyladır. İnsanın kendisiyle iletişiminin tek gerçek biçimi diyeceğim buna.
Eco büyük bir entelektüeldi. Bazı isanların roman yazma nedeninin hakikatleri sansürsüz yazabilme isteğiyle ilişkili olduğunu düşünürüm. Titrleri tehlikeye atmadan, akademik sorumluluğa girmeden ve kimsenin gerçek bir sorgulama yapmasına izin vermeyecek şekilde söylenen sözlerdir roman cümleleri. Bu bakımdan büyük adamların elinde roman bir özgürlük alanıdır. Entelektüele bir rahip özgürlüğü verir. Şerh eder, üstü kapalı konuşur ama bu budur der, “Bu budur.” denemeyecek konularda. Bu budur ama bilimsel olarak bu doğrulanabilir ya da yetersiz kalabilir. Güçlü itirazlar gelebilir. Sağduyuya uymayabilir. Filozof binlerce yıl geçse ve binlerce kitap okusak ihata edemeyebileceğimiz bir konuyu dehasıyla sezmiş olabilir. Belki böyle bir sezgi kendisine bilimde değilse bile sanatta ve ilahiyatta yer bulabilir. Elbette romanda da.
Simonini ömrünü, belli grupların çıkarları için saçma sapan komplo teorileri üreterek geçiriyordu. Yalan, iftira ve düzenbazlık hayatının merkezindeydi. Tedirginde ve yalan ve gerçek arasındaki ayrımı kaybetmeyi göze almıştı çıkarları için. Böyle bir karakter kendi yazdıklarına daha şüpheyle bakan Rahip Dalla Piccola’yı yaratmıştı. Bu alt özne muhtemelen insanın doğal eğilimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Daha vicdanlı ve daha sorgulayıcı Dalla Piccola alt kimliğinin bir rahip olması, zihninin Simonini’nin yaptıklarına verdiği bir tepki olarak kabul edilebilir. İnsan bu kadar çok yalan söylerse bu sürekli yalan söyleme hali onda bir şeyleri tetikleyebilir. Yalanın kendisi bir çeşit bölünmeye işarettir zaten.
“Başarı, yalan söylemek zorunda kalmadan yaşamaktır.”
Birey her yalan söylediğinde aslında onu zaten söylediği için bir gerçekliği ifade eder. Bu artık bir eylemdir. Yalan da olsa özne için bu bir gerçeklik olmuştur. Yalan gerçeğin çarpıtılmış bir kopyasıdır ve bu kopya artık gerçekle birlikte zihinde yer tutmaktadır. Yani bir yanıyla gerçektir. Özne yalanı söylediğinde bir iç özne söylenenin doğru olmadığını bilir. Biz yalan söylerken bu iç özneye sadık olduğumuzu, yalan söyleyen dış öznenin aslında orada olmadığını varsayarız. Bu doğru olmayabilir, zihnimiz böyle çalışmıyor olabilir. Gerçek de yalan da zihnimiz için sadece veri olabilir. Bunlar dış dünyanın bir yorumuysa zihin için ikisi arasında fark olmayabilir.
Ahlaki çelişkiler ve suçluluk duygusu bireyi baskı altına aldığında organizma bir savunma mekanizmasıyla bundan kurtulmayı deneyecektir. Yine de insan zihni çelişkileri bir arada tutmak konusunda yeterince başarılı olmayabilir. Her söylenen yalan gerçeği çarpıtmadır ve yalan söyledikçe gerçek daha fazla çarpıtılmış olur. Gerçeğin karşısındaki alternatif gerçeklik büyür. Hangi gerçeğin hangi özneye ait olduğu karışmaya başlar ve birey kim olduğundan emin olamayabilir. Özne ve iç özne arasındaki gerilim güçlenmeye başlar. Bu zihnin bütünlük arayışı ile çelişkili bir durumdur ve bir kimlik krizine neden olabilir.
Eco dehasıyla sürekli yalan söyleme halinin varacağı yeri kestirmişti. Eco’nun kitaptaki ikinci buluşu ise özneler arasındaki ilişkinin sadece yazı ile kurulabileceğini göstermesiydi. Olayı bireysellikten çıkarıp toplumsallaştıralım. On yıl ya da beş yıl önceki halimizde nasıl iletişim kurabiliriz? Düşüncelerimiz değişiyor ve biz farklılaşıyoruz. On yıl önceki ben dediğimiz öznenin sesini bugün duyabilir miyiz? Şair gibi “Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri, çoğu katkısız çıktı çok şükür.” diyebilecek miyiz? Simonini ve Dalla Piccola arasındaki bölünme zamansal bağlamda hepimiz için geçerlidir. İnsan yaşlandıkça belki sihrini kaybediyordur. Eski benler ile iletişim kurmanın tek yolu yazmak olabilir. Değişimi ya da boşluğu anlamak için.
Bireyler değişirken elbette toplumlarda değişir. Zamanın ruhu nasıl yakalanır? Bir toplumun iyiye mi yoksa kötüye mi gittiği nasıl anlaşılır? Hatta daha tuhaf bir soru olarak, bir toplumun nereye gittiği ya da neye dönüştüğü neyin arefesinde olduğu nasıl anlaşılır? Bunlar bir çırpıda cevaplanacak sorular değildir fakat sanırım cevap yazı ile ilgili olmalıdır. Yazılanları karşılaştırmak ve bunların genel bir değerlendirmesini yapmak işe yarayabilir. Olanı biteni yalan söylemeden yazabilmek gerekir. Çetin Altan’ın yukarıda alıntıladığım sözü gibi; “Başarı, yalan söylemek zorunda kalmadan yaşamaktır.”
Bir Cevap Yazın