Kazım Karabekir‘in neden köy enstitülerine karşı çıktığını tam olarak anlayamamıştım Bozkırdaki Çekirdek romanını okuyana kadar. Bozkırdaki Çekirdek Kemal Tahir’in köy enstitülerini ve anadoluyu anlattığı romanı. Bir grup eğitimci, Kastamonu’ya bir köy okulu kurmak için geliyorlar. Roman bu eğitimci ve öğrencilerin başından geçenleri, köy enstitüsü taraftarlarıyla, karşıtlarının fikirlerini bize ulaştırıyor. Köy enstitüsü nedir? sorusunu kapsamlıca ele alıyor Kemal Tahir.
Köy Enstitüleri meselesini öne çıkararak kitabın içeriğini ayrı tutacağım. Halim Akın ve Şefik Ertem karakterlerinin iç dünyalarına girilmesini kitabı daha çok sevmemi sağlardı. Köy Enstitüleri’ne gelince, buradaki alıntılar yazardan. Bir tartışmanın konusu değil. Köy Enstitüleri’nin gerçekten işe yaradığını, dünya klasiklerini zorunlu tutulduğunu, müzik eğitimini vesaire anlatırlar. Bu kitapta ise işin felsefesindeki yanlışlığı anlatıyor. O kadar çaba ile belli faydalar alınmadan olur muydu zaten?
Bu yazı, yarı roman içeriği, yarı soru cevap olarak burada yerini alsın. Bozkırdaki Çekirdek köy enstitüleri hakkında ciddi eleştiriler okumak isteyenler için bulunmaz bir kaynak. Köy enstitüleri için kitap arayanlar okuyabilir. Bozkırdaki Çekirdek’ten sevdiğim alıntılar:
Köy Enstitüleri neden kurulmuştur?
Bilirsiniz İlk öğretim Kanunu 1912’de çıkabildi. Bugün hâlâ okuma yazma bilmeyenimiz, yüzde seksen… Yirmi milyona yaklaşan nüfusun dörtte üçü köylerde yaşıyor. Bir hesaba göre kırk bin, bir başka hesaba göre altmış beş bin köyden, yalnız beş bininde öğretmenli okul var. Eğitimli okullarsa dört bini ancak tutabildi. Otuz bin köy öğretmen bekliyor. Şehir öğretmen okullarından aldığımız öğretmenler şimdiye kadar yılda altı yüzü geçemedi.
Her yıl, türlü türlü nedenlerle üç yüz öğretmen mesleği bırakıyor. «Her köye bir öğretmen” amacına, bu gidişle yüz milyon Türk lirası harcayarak yüz yılda varabileceğiz. Oysa enstitüler bizi, yirmi yedi milyon lirayla, en geç on yılda ulaştıracaklar bu amaca… — «Çalıştırılan çocuklar iyi okutulamıyor, nasıl öğretmenlik edecek?» diyor kimi arkadaşlar? — Şehir çocuğuna gerekli öğretim başka, köy çocuğuna başka… Enstitülerde yeterince genel bilgi, meslek bilgisi veriyoruz!. İstediğimiz, köy yaşayışında öncü, sözü geçer, saygılı, kendine fikir sorulacak, akıl alınacak insanı yetiştirmek… öncelik tanıyoruz pratik bilgilere…
Neden şehirlerde enstitü kurmak yerine bu enstitüler köylerde kurulmuş ve öğrencileri köylerden seçilmiştir?
Bilirsiniz, enstitülerimizin ilk dördü, köy öğretmen okuluydu. Hazır binalarda açılmıştı. Hele İzmir Kızılçullu Amerikan kolejindekinin kaloriferi bile vardı. Kasaba, hatta, şehir çocukları da alınıyordu. Verilen eğitim, klasik öğretmen okullarından farksızdı. Bu yüzden, öğretmenlerin köylerde barınmaları gene mesele oluyordu. «Ülkü noksanlığı» demek istemiyorum. Çevreye hemen uyamıyorlardı. Bunu önleyebilmek için enstitülerde bir başka yol tuttuk. Kasaba yaşayışını bile tanımamışlardan seçiyoruz öğrencileri. Dağ köylerinden, sulak ovadan, bozkırın çorağından alacağız öğrencileri…
Ya bunlar da öteki öğretmenler gibi köyde durmazsa? — Duracaklar! Çünkü köyden bozulmamış köylü çocuğu alıp özel eğitimden geçiriyoruz. Çocuğun köydeki yaşayışı enstitüde, enstitüdeki yaşayışı köyde sürüyor. —Başka garantisi? Şehirlere göçmek isterse? Bunun garantisi?
— Köy ekonomik sosyal bakımdan şehre hiç benzemeyen bir ünitedir. Çocuğu burdan alıp burası için hazırlıyoruz. Geçimleri de ayrı yasalara bağlanıyor. Önce köylerin yaşama, geçim özellikleri incelendi. Köylü çoğunluğunun, şimdilik, geçim anlayışı, ölçüsü: Bir ev, çalışacak tarla, çalışması için gerekli araçlar, öncelikle çift hayvanı… Bunları köy öğretmenine sağlayacağız. Vereceğimiz yirmi lira aylıkla köyde tuta cağı geçim çizgisini kasabada, hele büyük şehirde kesinlikle bulamayacak. Bu yüzden köyü bırakıp gidemez. Kaldı ki, yirmi yıl mecburî hizmet var. Biz kanun tasarısında «Otuz yıl» demiştik. Encümen yirmi yıla indirdi, vekilim yeter buldu.
Okuyan çocuk ne ister? Köyden kurtulmak ister.
Köy Enstitüleri önünde hangi engeller vardı?
Köydeki güçler, köy enstitülerini istemiyordu. O dönemin yarı feodal şartları öğretmenleri zorluyordu. Köyün ağası ile köy öğremenleri arasında çekişmeler vardı. Kitaptaki köy ağası Zeynel Ağa karakteri birkaç köy öğretmenini kaçırmış birisiydi. Bir başka rahatsızlık ise köy enstitülerini çocukların kendilerinin yapması ve bunun bir çeşit çocuk işçiliği olması. Sonra öğretmenlerle ilgili bazı şikayetler vardır :
Dün gece bir köyde yattım. Eğitmenden yaka silkiyor köylü… Çocukları bahçesinde çalıştırıyormuş köle gibi… Çobana yardımcı gidenleri, «okula gelmedin» diye dövüyormuş, yüzünü gözünü çürütecek kadar… Ayrıca «çocuğunu okula yollamadı» diye babasını anasını cezalara çarptırıyormuş… Bu kadar sert, davranmasının sebebi nedir bilir misin? Marangozluğa meraklı adam… Sabahtan akşama kadar işliğinde öteberi yapıp pazarda satıyor. Bu sertlik, şikâyetleri önlemek için… Çocukları çoktan yüzüstü bırakmış… Başlarına müzakereci dikmiş içlerinden birini… Bu kez, başka kötülükler…
Köy enstitülerine karşı olan, Şefik Ertem’in meseleye bakışı
Kime göre kolay? Eski yazıyı bilenlere göreyse, değil! Halkı hızla okutmaya göreyse, 1928’den bu yana 20 yıl geçti, okuma yazma bilmeyenler, yüzde yet miş… Yeni harfler kolaydı da, niçin okutulamadı millet? Çünkü, köylünün okuma yazmayla görülecek hiçbir işi yok… O kadar yok ki, öğrenenler bile kısa zamanda unutuyor. Sen şimdi köylü çocuğunu alacaksın, yarım yırtık okutup köye salacaksın!
-Yok, yarım yırtık! Köy için yeterince…
— “Köy için yeterince” demek, okuma işinde şehirden, kasabadan ayırıyorsun köyü demektir ki, «yarım yırtık» sözünü doğrulamak olursa ancak bu kadar olur. Sonraları anladım ki, böyle saman alevi gibi parlayışlarımız, hep kolaya kaçma huyumuzdanmış… Kaytarmacılığımızdan… Köye bir bina yapıp bir de öğretmen göndererek bütün zorluklardan kurtulmak.
Aklı erenler “Olmaz öyle şey” dediler. Dört süngülü ile koca bir istibdadı deviren inkılâpçılar bilmiyorlar ki, köyü yaşatacak okul değildir, okulu yaşatacak köydür, öyleyse «köylü bizden nasıl bir okul istiyor? diye düşünmeliyiz. Yoksa hükümet zoruyla kurulan okul da mekanik olarak dıştan kurulan her müessese gibi böyle dayanak noktası bulamaz, er geç batar. Gördün mü, mesele hemen eğitim işi olmaktan çıktı. Memleketin ekonomik, sosyal, hatta politik özelliklerine dayandı.
Bütün köyleri hep bir, hep aynı. şartlar içinde yaşıyor saymak kaytarmaktır. Böyle bir saçmalığı galiba ancak maarifçiler yutuyor. Köyler, aynı yaşama, üretim şartları içinde olmadıklarından, aynı gelişim çizgisinde de değillerdir. Nahiyeden büyük, gelişmiş köyler olduğu gibi yaşama şartlarını bitirmiş, dağılmaya mahkûm köyler de vardır. Köyler vardır ki, «okul» diye yanıp tutuşur, her gördüğü sorumlunun yakasına sarılır, fakat üç sınıfı kurup yaşatacak gücü yoktur. Aslında, ille okul istemesi bu güçsüzlüğündendir, dağılmak üzere olduğundandır. Bu sebeple okullar köyden köye değişmek zorundadır.
Ana kitaptaki ana prensibin özeti şu: «Rejimi yarı aydınların suikastinden koruyacak tedbirleri almayı hiç ihmal etmemek lâzımdır. Bunun için de köy kaynağından, hayata daha kuvvetli bağlarla bağlı, çağımız uygarlığının işlerini başarmaya daha yatkın, taze elemanı, bol bol alarak ve onların karakterini bozmayacak müesseselerde yetiştirerek, bu kabil insanlardan Cumhuriyeti besleyecek ve gürbüzleştirecek, memleketi saadet yuvası haline getirecek, hakikî işadamlarını yetiştirmek lâzımdır.»
Ne demektir bunlar Halimcim? Birinci planda, rejim meselesi var, hem de bugünkü tek parti rejimi… Yarı aydınlar, her kimselerse, aralıksız suikast yapıyorlar rejime… Bunun için bu suikastçi aydınları tepelemek gücünde taze elemanlar yetiştirmek lâzım… Senin dediğin gibi köy için “yeterince” değil, gerçek aydın; daha beteri: Rejimşor!
Biraz bekledi: Bunlar köy kaynağından alınacak bol bol… Çünkü hayata daha kuvvetli bağlarla bağlı, çağımız uygarlığının işlerini başarmaya daha yatkın taze eleman ancak orada bulunur. Nedir bunları hayata bağlayan “daha kuvvetli bağ?” İlkellikleri mi? Hele nedir bu çağımız uygarlığı? Kitap 1939’da yazılmış… “Çağımız uygarlığı” lafı o zaman da içinden çıkılmayacak kadar çetrefildi. Şimdi 1943’deyiz! Dünya en azdan üçe bölünüp birbirinin gırtlağına sarılmış… Kurtarıcı fikri olduğunu sanan akıldaneler, sanki çağımızda uygarlık tekmiş gibi, «çağımızın uygarlığı» lafını nasıl kullanırlar, sipsivri?
Gelelim, meselemizin can alacak noktasına… “Onların karakterlerini bozmayacak müesseselerde yetiştirecek” diyor sizin kara kaplı kitap… Değiştirmek kesinlikle söz konusu değil» demenin bundan daha açıkçası olur mu?
Köy enstitüleri ancak köyün kendi kendisine yetmesini sağlar. Ancak bugün en gelişmiş ülkeler, kırsal nüfusu en düşük olan ülkelerdir.
Böyle işleri neden hep öğretmenlerle yaparlar bitir misin? Dünyanın hiç bir yerinde hiç bir öğretmen, misyon yüklendiği fikrinden vazgeçemez de ondan. Senin gibi, bu fikirle yıllardır alay edenler bile… İçini çekti: Evet, vazgeçemeyiz! Gene biraz bekledi: Evet, köyün değişmesi düşünülmediği gibi, çocukları değiştirmek de hiç düşünülmüyor aslında…
Köy Enstitüsü Dersleri
Köy enstitüleri dersleri nelerdi? Köy enstitülerinde verilen dersler şunlardı. Kültür dersleri (Türkçe, matematik, fizik, tarih, yurttaşlık bilgisi), müzik ve beceri dersleri. Bu bilgi Bozkırdaki Çekirdek’te yer almamaktadır. (Kaynak : Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, Yapı Kredi) Beceri dersleri aşağıdaki alıntıda yer alıyor.
Köylere odundan dokuma tezgâhları dağıttık, Pazarda paketi 90 lira olan pamuk ipliğini 15 liradan veriyoruz! Yarım yırtık okuttuğumuz çocuklardan, biraz dülgerlik, kaba demircilik, biraz nalbantlık, biraz duvarcılık, önemlice rençberlik istiyoruz! Köyün bunlarla kalkınamayacağını sen de benim kadar bilirsin! Köyü ancak kendi kendine yeterliğe zorlar bu… Sanki bin yıldır Anadolu köyü başka bir şey yapıyormuş gibi…
Cumhuriyeti besleyecek ve gürbüzleştirecek, memleketi saadet yuvası haline getirecek…» Saadet yuvasını yadırgama, bu kadar cıvık edebiyat da olacak artık… Evet «Saadet yuvası haline getirecek HAKİKÎ İŞADAMLARI yetiştirmek lâzım!» diyordu. Bu günkü köyde yetişecek hakikî işadamı, ağadan, mütegallibeden başka bir şey olabilir mi cancağızım?
Sanki bizde de Japon samoraylarına benzer, yoksul köy aristokratları varmış, onların çocuklarından her köye küçük çapta birer ŞEF yetiştirilecekmiş gibi çalımlı tutuldu bu iş Kızılçullu’da… Evet, müdür de bu çalıma uygun geçilmişti. Okula müfettiş sokmayacak kadar bağımsızlık taslıyordu. Nerdeyse, çapa yaptırırken çocuklara ak ellikler giydirecekti. Hele okul duvarlarını kaplayan palavralar… «Köy yurdun kalesi.», «Köylü, sen milletin temelisin», «Köylü övün, güven,» «Köylü sen topraktan öğrenip kitapsız bilirsin!» — Yok öyle şey!… — Tam bunlar değilse, bunları bile aşan maskaralıklar…
Evet, ikisini karşılaştırınca önemli bir özelliğimiz daha meydana çıkar. İlk köy öğretmen okulunu İzmir Amerikan Kolejinin saray gibi yapılarında kurduk, ikincisini ahırda… Amma, palavralar gene değişmedi. Köylü şöyle soylu, böyle boylu… Yok tuttuğunu koparırmış da kopardığını tükürüksüz, gene yerine yapıştırırmış… Bir pohpohlama ki rezillik…
— Neden rezillik olsun! Yüz yıllar boyu ezilmiş insanlara ruh güveni vermek, kişiliklerini güçlendirmek suç mu?
— Ruh gücü vermek başka, olmayan şeyleri var sayıp pohpohlamak başka… İnsanları neden pohpohlarız Halim? Ya eğlenmek, ya da aldatmak için… Ben ikisini de sevemedim bir türlü… Tepeden tırnağa yanlış bu iş… Çocukları, yalnız doğayla boğuşacaklarmış, çevredeki insanlardan hep yardım, hep iyilik göreceklermiş gibi yetiştirmek yanlış… Göze alınmıyor çünkü karşı çıkacak insanlarla boğuşma eğitimi vermek… Bunu göze almadan soyut bir köylü şehirli çelişmesi olabilirmiş gibi yetiştirmek çocukları, ikinci yanlış… Bunlar, köy öğretmenini çevresiyle boğuşturma hazırlığı… Hem de onları yapmak zorunda kalacakları korkunç savaşa silâhsız sürerek… Başından yenik düşmeleri isteniyormuş gibi…
Bozkırdaki Çekirdek Neden Bulunamaz?
Emine öğretmen, Halim Akın’ın karşılık vermesine meydan bırakmadan atıldı. Zengin müteahhit kızı olmanın arttırdığı kolejli şımarıklığını önleyememişti. Sesi biraz sinirliydi: — Enstitülerle memlekete çok büyük bir kötülük edilmekteymiş gibi konuşuyorsunuz Beyefendi! Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz? Hiç mi faydası olmayacak bu işin? Söz gelimi köylüyü tanımakta… — Söylemiştim biraz önce… Neyi niçin aradığımızı başından kesinlikle bilmezsek, köylünün nesini tanıyacağız? — Kim diyor bilmediğimizi?… Biz Bozkırdaki çekirdeğin ham cevherini arıyoruz! Şefik Ertem bir an düşündü, ilk defa gerçekten şaşırarak gözlerini kırpıştırdı:
— Bozkırdaki… Çekirdeğin… Ham cevheri… Ne demek bu? Şairlik de mi var yoksa, Emine Hanım? Müdür Halim Akın, yeni deneme dolayısıyla kendi buluşu sandığı bir sözün alay konusu yapılmasına gerçekten sinirlendi. Emine öğretmenin konuşmasını önleyerek arkadaşlarına eskiden beri biraz ürküntü veren ağır sesiyle sordu: — Şairlik neresinde bunun? Şefik Ertem, Halim Akın’ın gözlerine baktı: — Yoksa bu söz senin mi 119 Halim?… Evet yüzde yüz senin… — Nesi var diyorum? — Nesi yok ki? Sözlüğe bir göz ataydın saçmalığını hemen anlardın! — Hangi sözlüğe? — Türkçe tabii… «Bozkır»a da bakmamışsın, «çekirdek»e de… — Nesine bakacakmışım bunların? — Bakacaktın esdüdücü Halim… Bakaydın, belki çıkarabilirdin kendi başına… Çekirdeği olsa, Bozkır kalır mıydı, Bozkır?
Bu kez Anadolu köylüsünün çile çekme gücüyle, azla yetinme alışkanlığına sarıldık! Bugünkü toplumsal şartlarımız içinde bu da kolaya kaçmaktır Halimcim! Bütün kolaya kaçmalar gibi bunun da çıkmazlığı görülecektir yakında… Çünkü ana fikir, bugünkü köyün kendi kendine yeterli kalmasından ayrılamamıştır. Bugünkü köyün kendine yeterliği demek, insan toplumunun sosyal işbölümü anlayışının en ilkel üretim çağında yaşamağa çabalaması demektir ki çıkarı yoktur.
Müdür Halim Akın’dan köy enstitüsündeki öğrenciler hakkında bazı tespitler
Köylünün kelimeleri iyi kullanmalarına gelince… Bu hemen hepsinde görülür ama, biraz dikkat edilirse, çoğu lafların, deyimler, mısralar, atasözleri, kısacası, çok tekrarlanan kalıplar olduğu anlaşılır. Bu da dünya görüşlerinin yüzyıllar boyu, pek az değiştiğini, bir çeşit, gerçekçi gerilik olduğunu ispatlar…
“Çalışıyoruz ama, kimin için? Her hal, emir verenler için.” diye düşünürler, öyleyse emir verenlerin önünde çalışırsın, arkalarını döner dönmez kaytarırsın. Bir çeşit kendini boşuna yorulmaktan korumaktır bu… Dinlenme zamanlarını arttırmaktır. Yüz yıllardır süren bu yetersizliğin olağan sonucudur bu… Bir de kurnazlığını, açık gözlülüğünü yeniden denemek zevki…
Tezlerimizde kendi meselelerimizi ele almayı daha hak etmedik.
Aldırmayın! Hepimiz, domuzuna bencilizdir, biz okumuşlar… Tezinize gelince… «Sevgilim» diyecekti. Kelimeyi hemen yuttu: Gelince, arkadaş… Pedagojinin herhangi soyut meselelerinden birini çeker alırsın. Oturur çevirirsin. Çevirmeye de üşenirsen, çevrilmişlerden birinin dilini değiştirir kopya edersin… Kısa kısa güldü: öz Türkçeciliğin de, görelim artık, bu kadarcık yararını…
Döktürürsün. Hele arkasına, yirmi otuz gâvur eğitimciden kitap adları da sıraladın mı?… Hele, böyle dehşetli ürkek, dehşetli tedirgin, dehşetli de güzel bakarsan heriflerin suratlarına… Cebe atarsın sosyoloji doktorluğunu… — Ne kadar kıyıcısınız bazı bazı… Nuri, Emine’nin elini tuttu, avucunu çevirdi: — Tezlerimize kendi meselelerimizi alamayız, daha biz… Neden mi? Daha bunu hak edemedik de ondan…
Bozkırdaki çekirdek neden yeşermez?
Bozkırda elbet var çekirdek ama, yaşama kanunları başka… Bütün sağlam çekirdeklerin şaşmaz kanunu: YEŞERMEKTİR. Çürükse yeşermez, yeşermezse çürür. Bozkırdaki bizim çekirdeğin sağlamlığı, YEŞERMEMEYE doğru işlemesin? — Anlamadım… — Evet, anlaşılır gibi değil… İnanılmaz bir şey… Yeşermedikçe sağlam bir çekirdek… Canlı olarak varolması hiç yeşermemesine bağlanmış… Savunması yeşermemek…
Çünkü denemiş bin yıldır, yeşermesini önlemek için pusuda bekleyen güçler var. Bu güçler akıl almaz bir kıyıcılıkla en umutlu filizleri hemen ezer, tomurcuklanmaya yeltenen bütün kökleri imansızca söker. Çünkü onun da varoluşu, rahat yaşaması, bozkırdaki çekirdeğin yeşerip serpilmemesine bağlıdır. «Biz bize benzeriz» sözünün kaynağı bu ters gerçek…
“Bozkırdaki çekirdek, yaşamasını yeşermemeye bağlamış” dedik. Bozkırdaki Çekirdek, yeşerirse ya kopuyor Bozkırdan, ya da eziliyor. Böylece, Bozkırın, Bozkır kalmasına çıkıyor, sonuç… Anladınız mı, neden ciddîye almıyorum, esdüdüleri?
Köy Enstitüleri neden kapatılmıştır?
A.B.D isteği ile. Sovyet benzeri yapılara benzediği gerekçesiyle köy enstitülerinin kapatılması istenmiştir. Ve yukarıdaki sorunlar nedeniyle tabi. Bu bilgi Bozkırdaki Çekirdek romanında yok. Wikipedia’da yer alıyor. Kaynak kesin değil ama bilmekte fayda olabilir.
Şöye diyor en son Müfettiş Şefik Ertem Bozkırdaki Çekirdek romanında :
Bir yerlerden bir şeyler esiyor. Aslını sezemedim ama, var bişey. Kıyasıya yüklenecekler sizin enstitülere… Hazırlanıyorlar. Nerden, nasıl bilmem. Birdenbire ihbarlar başladı bütün enstitülerden… “İhbara geç” borusu çalınmışçasına… Çantasından bir dosya alıp açtı: ilgilenirsin diye, birkaç örnek getirdim. Al işte, suç delili olarak rapor edilen bir şiir: «Dostu dost biliriz Düşmanı düşman Ve açıktır her zaman Kapımız ardına kadar Dostlara Olmuşu dost ağzına elmanın Hamı düşman başına…» Halim, «Şaka ettim» söz’ünü bekleyerek bir zaman gözlerini kırpıştırdı, sonra yavaşça, biraz ürkek sordu:
— Ne var bunda? Ne demek bu? Anlaşılır gibi değil..
— Evet… Bir örnek daha: “Bir şarkı uçuralım dörtnala olsun.”
Arkası gelmeyince Halim Akın, şaşabileceğinin en son boğumuna kadar şaştı. Niçin tehlikeli oluyor bu söz? Şarkı mı yasak, hızlanmak mı?
— Saçma oluşu daha tehlikeli gelmiyor mu sana?
Kitabı buradan satın alabilirsiniz. Köy Enstitüleri meselesini daha iyi anlamak için okunabilecek güzel bir kitap Bozkırdaki Çekirdek.
Bir Cevap Yazın