Sezgin Kaymaz’ın Ateş Canına Yapışsın kitabında, Adem’in her şeyi bildiğini iddia eden Şeytan’a sorduğu soru bu. “Karşı kıyıya nasıl ulaşırım?” Şeytan şöyle de geçersin, böyle de geçersin dedikten sonra Adem ona, “Karşı kıyıya nasıl geçerim diye sormadım. Karşı kıyıya nasıl ulaşırım diye sordum. Karşıya geçtiğimde bu sefer diğer taraf karşı kıyı olacak.” der. Şeytan sorunun derinliğini anlar ve konuyu değiştirir. Bu soru üzerine konuşmaya değer bir soru. Karşı kıyıya nasıl ulaşırız ya da soruyu başka bir şekilde soralım. Karşı kıyı “ideası” nerededir? Soru karşı kıyıya ulaşmaktan fazlasıdır. Bir kalemi nasıl tutarım? Yani kalemi nasıl tutarım, yani kalem kavramıyla ne düzeyde ilişki kurabilirim? Yani kalemi nasıl bilirim?
“Karşı kıyıya nasıl ulaşırım?” sorusuna cevap ararken tanımlarla ve referansla ilgili bir dilsel ifade yanlışlığına odaklanırsa soruyu kaçırıyor olabiliriz. Karşı iki kıyı yerine Kadıköy ve Taksim deseydik iki karşı kıyı artık yeni isme sahip olduğu için bu soru boşa çıkacaktı. Ya da karşı kıyı tanımını yaparken ulaşmak istediğimiz noktayı referans alsaydık yeni bir karşı kıyı kalmayacaktı. Soruyu zorlaştırmaya çalışalım. Sanırım bu soru varlıkla olan ilişkimizi ele almayı zorunlu kılıyor. Varlık var mıdır? Martix’te miyiz ya da varlık gerçekten de bizim algıladığımız gibi midir? Bu sorular henüz cevaplarını tam olarak bulmadıysa bile bu uzun konuya girip kaybolmak yerine varlıkla olan ilişkimiz üzerinden meseleyi ele almak önümüzde yeni bir patika açabilir.
Rendekar doğru mu söylüyor?
Fernando Pessoa bir türlü Lizbon diye bir şehir olduğundan, bu şehirde yaşayan bir Fernando olduğundan ve herhangi bir yerde yaşayan herhangi bir insan olduğundan emin olamıyordu. İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası kitabında, Rene Descartes’in düşündüğü için varlığından emin olmasını eleştiriyordu. Descartes, tüm bu varlıklar gerçek değilse ve kötü bir cin olmayan şeyleri bana varmış gibi ya da onları olduklarından farklıymış gibi bana gösterebilir. Bu yüzden varlıkların gerçekten var olduğuna inanamam fakat kötü bir cin beni kandırıyorsa bile bunları düşünen ve en azından kandırılan bir ben olması zorunlu olduğu için varım diyordu. Düşünüyorum öyleyse varım. İhsan Oktay Anar ise Düşünde, benim düşündüğümü düşünen başka birisi olabilir diyerek düşünmenin varolmanın delili olamayacağını söylüyordu.
Düşünüyorum öyleyse varım cümlesi aslında var olmaya dair kuşkuyu ortadan kaldıracak çok özel bir durum olmayabilir. Düşünme maddenin belli şartlarda kütle kazanması gibi maddenin belli şartlarda veri üretmeye başlamasının bir sonucu olabilir. Düşünme, tıpkı terleme gibi maddenin belli şartlarda ortaya çıkardığı bir tepki olabilir. Bunun yanında, Descartes’in varlıkların var olduklarından emin olabilmesi için önce kendi varlığını kanıtlamaya çalışması doğru bir başlangıç noktasıydı.Bugün yapılan beyin araştırmaları “ben” dediğimiz şeyi bile tartışmalı hale getirmiş durumda. Ben’in bir illüzyon olduğu bir varoluş söz konusu olabilir. Aslında Descartes, hayvanların bir tür robot, bir tür algoritma olduğunu, onları bilinçli varlıklar olarak görüp yanıldığımızı düşünüyordu. Düşündüğü için ise kendisi var idi.
Varlıkla ilişkimizin iki işlevi
Karşı kıyıya nasıl ulaşırım? Yani varlıkla ve eşyayla ne derece münasebet kurabilirim? Varlığın olup olmadığı, simülasyon bir evrende olup olmadığımız ya da varlıkları sadece kendi beş duyumuzdan indirgeyerek anladığımız için varlığın, kendinde ne olduğunu kavrayamıyor olabiliriz. Bizim karşı kıyıya ulaşmamız sanırım mümkün değildir çünkü bizim varlıkla ilişkimiz iki işleve dayanır. Tanıma ve faydalanma. Bir varlığa bakıp (geniş anlamda) onu tanımlar ve ondan faydalanırız. Bu olduğu sürece varlık bizim içi gerçektir. Onun artık kendinde ne olduğu ya da olup olmaması bizim varlıkla ilişkimiz üzerinden kavrayabileceğimiz bir şey gibi görünmemektedir. Örneğin bir şişe kolonya görüyorum. Kolonya olduğunu tanımlıyorum. Elime döktüğümde de artık o benim için gerçek oluyor. Kolonya yerine kolonya görünümlü bir şişe görseydim ve faydalanmaya kalkmasaydım benim için o sıvı kolonya olarak gerçekti. Varlıkla ilgili diğer büyük sorulara sıra gelmeden onun kolonya olduğuna çoktan ikna olmuş olacaktım.
Varlığı tanımlamamız büyük ölçüde bir algoritmaya dayanır. Sivrisineğin gece uyuyan insanı tanıması, domuzların olmuş kavunları tanıması ve arının çiçeği tanıması bir algoritmayı takip etmesiyle ilgilidir. Tüm süreç bir tanımlama meselesidir. Böcek feromonu izler. Bizim tanımlama işlevimiz daha karmaşık olmakla birlikte yine de bir tanımadır. Faydalanma kelimesini yine geniş anlamıyla kullanıyorum. Elmayı tanıyıp yiyerek ondan faydalandığımız gibi zararlı bir canlıyı yok etmemiz de ondan “faydalanma” biçimimizdir. Doğrudan tanıyıp faydalanamadığımız varlık biçimleri bu yüzden zihnimizde hep somutlaştırma ile var olabilir. Elektrik prizle, ışık, güneş veya florasanla somutlaşır. Şimdi varlıkla ilişkimizi belirleyen tanıma ve faydalanma işlevinin neden gerçekliği kavramamızı zorlaştırdığını somutlaştırmaya çalışayım.
Arılar için yapay bir çiçek yaptığımızı düşünelim. Yaptığımız yapay çiçek, tam bir çiçek gibi görünüyor ve kokuyor olsun. Bal yapma döneminde olmayan bir arı için bu artık gerçek bir çiçektir. Daha ileri gidelim ve bu çiçeğe polen üretebilen ve spor yakalamasını sağlayan bir mekanizma ekleyelim. Bir arı çiçek gibi görünen, çiçek gibi kokan ve aynı zamanda poleni ve sporu olan bu çiçekten faydalanıp gittiğinde ortada bir tuhaflık olduğunu düşünmeyecektir. Arı, tanıma ve faydalanma işlevini yerine getirdiği için çiçek onun için artık gerçektir. Çiçeğin tohum verip vermemesi arının çiçekle olan ilişkisini etkilemeyecektir. Arı için o gerçektir.
Varlıkla ilişkimizin eksik işlevi üzerine
Arıyı kandıran yapay çiçeğimize, çiçeği bizim tanımamızı sağlayan tüm işlevleri ekleyebilseydik bizim için de gerçek bir çiçek olarak kabul edilecekti. Bir hastalığa iyi geliyorsa o işlevini kaybetmiştir çiçek ama yine de eğer yeterince gerçek ise varlıklar bizim için gerçektir. Aradaki farkı anlamıyorsak ya da anlayacak bir fark kalmadığında artık yapay ile gerçek arasında fark kalmaz bizim için. Yine de bu çiçeğin gerçek bir çiçek olmadığını fark edecek canlı türleri elbette olacaktır. Çünkü onların çiçeği tanımlama ve faydalanma işlevleri bizden farklı olduğu için onun gerçek çiçek olmadığını anlayabileceklerdir. Onlar için de fark kalmadığında yapay çiçeğimiz aslında gerçektir. Çiçek yerine uzaylıların aramıza, gerçek insanla aradaki farkı anlayamayacağımız yapay insanlar koyduklarını düşünelim. Bunu ayırt etmemiz imkansız olabilir. Çünkü bizim varlıkla ilişkimiz sınırlıdır. Varlıkları tanıma ve faydalanma işlevi üzerinden tanırız.
Varlıkla ilişkimizin iki işlevi olan tanım ve fayda üzerinden varlıklarla münasebete girdiğimiz için varlıklar varsa bile onların ne olduğunu anlayamayabileceğimizi yani karşı kıyıya ulaşamayacağımızı savundum. Aslında bu basit bir Platon’un mağarası meselesidir. Karşı kıyı yani karşı kıyı ideası nerededir ki ona ulaşayım? Tanrının zihinde mi veya varlıkların değişim imkan ve kapasitelerinin içinde mi? Varlıkla ilişkimizin eksik işlevi onların ne olduğunu tanıyor ama tanımlayamıyor olmamızdır. Örneğin yirmi yıl önce telefon olarak tanıdığımız varlık ile yirmi yıl sonraki tanıdığımız varlık aynı çıkmadı. İnsan diye tanıdığımız varlığı milyonlarca yıl önce tanısak o kadar da insan olmayacaktı. Dünyamız ve kıtalar bir zamanlar böyle değilken şimdiki gibi oldular. Biz varlıkları içinde bulundurdukları imkan ve değişim kapasitelerini bilmeden tanıyoruz ve bu yüzden varlıkla ilişkimiz hep kusurlu olmak durumunda olabilir. Çünkü bu bir pipo değildir.
Bir Cevap Yazın